Wednesday, January 29, 2014

Kol Kırıkları Kol Kırıgı Tedavisi

Kol kırıkları, Ön Kol Kırığı, Kol Kırığı Tedavisi
Kollarda görülen kırıklar (kol, önkol, el­ler), en sık rastlananlarıdır. Geçici olarak kolu hareketsizleştirmek el altında bulu­nanlarla genellikle kolay sağlanır. Örne­ğin kol için kaşkol, önkol için bir ceket kolu veya bir kazak yeterlidir
Fakat daha önce, aşağıda da açıklan­dığı gibi, yaralının sargısını engelleyecek ve şişme halinde zor çıkabilecek şeyler çıkartılmalıdır (saat, bilezik, yüzük).
Burada gösterilen sargıların gerçek­ten ilkel olduklarını hatırlatalım: Yaralılar en kısa zamanda bir hastaneye veya uz­mana götürülmelidir. Burada röntgen tet­kikleri yapılır, diğer özen de gösterilir.

Kolun hareketsizleştirilmesi
Genellikle ketenden büyük çarşafları üçgen şeklin­de katlayıp, kullanın. Basit bir eşarp yapmak için, üç­genin ucunu (dik açı) dirsek hizasına koyup, çarşafı yavaşça yaralının kolu ve göğsü arasında kaydırın.
Sonra eşarbın iki diğer ucunu alıp (dar açıları), boy­nun arkasında düğümleyin. Kolu çok yukarı kaldır­maktan kaçının. Gerekirse dirsek üstündeki düğüm biraz daha sıkılabilir. Ya bir düğüm atılır ya da bir çengelli iğne ile tutturulur.Kolu tamamen hareketsiz kılmak için, hareketleri da­ha da iyi engelleyecek bir ikinci eşarp da sarılabilir. Bu kez üçgen ters konur ve dibinin, kolun üst kısmı­nı, dirsek ve omuz da dahil, sarması sağlanır.
İkinci eşarbın iki ucu bu kez karşı taraftaki koltuk al­tının altında bağlanır, böylece sağlam kola da ser­bestçe hareket etme imkânı sağlanmış olur. Buna karşılık travma geçiren kol, dirsek ve omzun hareket­sizliği ile sıkıca askıya alınır.
El altında yararlanılacak bir şey yoksa, yaralının ce­ket veya kazağından yararlanılabilir ve geçici hareket­sizlik sağlanır. Bu durumda ceketin kenarını kırık ön-kol üzerine dikkatle sarın veya bir kravat ya da çen­gelli iğne ile tutturun.
Bileği daha sıkı bir biçimde bloke etmek için, örne­ğin bir dergiyle bir oluk yapılabilir: Bir masa üzerine bağları düz yayın, dergiyi üzerlerine koyun. Dergi üs­tüne bir çarşaf serin. Sonra yaralı önkolu bunun içi­ne oturtun. Dergiyi kıvırıp, bağları düğümleyin.
Devamını Oku »

Kafatası Kemiği Kırığı Tedavisi

Kafatası - Kafatası kemiği kırıkları

Röntgen filmiyle saptanan kafatası kemiği kırıkları, tek başına ciddi değildir; buna kar­şılık, kafatası içinde yoğun bir kanama ihti­mali doğuran önemli bir yaralanma belirtisi olarak, ciddiye alınmalıdır

Kafayı bir yere çarptıktan sonra görülen burun kanaması, endişe verici sayılmaz.
Kafatasının temelindeki derin bir kırığı ise, ancak radyografi meydana çıkarabilir.
Tehlikeli olabilecek hal, burun veya ku­laktan berrak bir sıvının gelmesidir (omurilik sıvısı).

Kafatası yaralanmaları

Beynin, kemiksi bir muhafaza (kafatası) içindedir. Şiddetli sadmelerde, otomobiller­deki hidrolik amortisörlere benzeteceğimiz bir sıvı içinde yüzer ve korunur.

Kafatasına indirilen bir darbe veya çarp­ma, darbenin şiddetine göre geçici bir baygın­lığa sebep olur. Otomobil tekerleği de bir çu­kura girdiğinde, amortisörler nasıl sona da­yanıp, şasi sallanırsa, kafatası içinde de ko­ruyucu sıvının tesiri aşılınca, beyin hafif veya şiddetlice çarparak, kemiğe dayanır; değişik zararlar görebilir.

Kafatası Yaralanması ve Tedavisi

Kafatasındaki travmalardan sonra, bir doktora başvurmak ve emniyet açısından gerekli filmleri çektirmek ihmal edilme­melidir.

Kafatası kemiği şiddetli bir darbeye maruz kaldıktan-sonra. beyin damarlarından birinin kanaması, bir kan sızmasına sebep olabilir.

Önemli bir hematomide, kan, beyni sıkıştırarak, za­rar verebilir: Bu durumun dış belirtilerinden biri, göz­bebeğinin genişlemesidir.

Yaralı kendine geliyor
Kafatası Ağrısı
Beynin zarar görmemiş olması ihtimali bü­yüktür. Yine de tıbbi gözetim tercih edilmelidir. Çünkü bir komplikasyon olasılığı var­dır.

Baygınlık uzuyor

Bu durumda, yaralı komada kalır; baygınlı­ğı sürer, tepki ve refleksleri durur Bu, çok acil olarakyardım istemenizi gerek­tiren ciddi bir haldir. Geçirdiği travmadan bir süre sonra, yaralı yine bayılıyor

Geçirdikleri kazadan hemen sonra bayılan ya­ralılardan bazıları ayılıp, belirli bir aradan sonra, yeniden bayılabilirler. Bu, ilk şiddetli darbeden sonra kafatasındaki bir kan dama­rının zedelendiğini gösterir. Buna, bazen bir kırık da sebep olabilir.
Damardan akan kan, kafatasının içine do­larak bir hematom meydana getirir. Bu da giderek beyni sıkıştırır ve zarar vermeye baş­lar.

Bu durumda yaralı, derinleşen bir koma­ya girer Aynı durumun meyda­na gelmesi ihtimali, yaralı geçirdiği kazadan bir süre sonra bayılırsa, yine vardır. Durum çok acil demektir ve derhal yardım istenme­li, bir nöroşirurji uzmanına başvurulmalıdır.

Dikkat edilmesi gereken

Kafatasındaki bütün darbeler, çok hafif gibi görünse, baygınlık çok kısa sürer hatta kazazede hiç bayılmasa bile, ciddiye alınmalıdır. Çünkü ikinci bir komplikasyon ortaya çıkabilir. Özellikle çocuklar da kafatası travmalarına dikkat edilmelidir. Beyin ve menenjlere yönelik bütün darbelerde, şu durumlardan endişe edilmelidir.

— Anormal bir uyku hali veya davranış bozuklukları;
— Kusma;
— Görme bozuklukları;
— Başağrıları;
— Beyin zafiyeti belirtileri
Devamını Oku »

Belkemiği Kırığı Tedavisi

Belkemiği kırılması
Belkemiğinin boyun düzeyinde kırılması, boyun tutulmasında görülen ağrılara benzer acılar getirir. Buna çok defa sinir kaslarının gerilmesi, parmaklarda karıncalanmalar ve­ya boyun ve kollarda elektriklenmeler eşlik edebilir.
Merdivenden, damdan düşme ve otomo­bil kazası olayları, görünür belirti olmasa da, belkemiğinin kırılmasına yol açabilir.

Bel kemiği kırığı Tedavisi ve Yapılması gereken
Bu tür belirtileri gösteren biri, olağan­üstü bir dikkatle nakledilmelidir. Aksi hal­de felç tehlikesi ortaya çıkabilir; baş-boyun-gövde eksenine uyulması. Bir şüpheniz varsa, doktor gelip muaye­ne edene dek, omuriliğe zarar vermemek için, boynunu hareketsiz tutun.
Devamını Oku »

Yara Nasıl Tedavi Edilir

Yarayı boğma: Asla, eğer...
Yaraya asla düğüm atmayın: Bu çok zor, ıs­tırap verici ve zor bir yöntemdir. Ayrıca teh­likelidir, örneğin, çok iyi yerleştirildiği tak­dirde, konulduğu yerin altındaki kan dolaşı­mım tamamen durdurup, tam anlamıyla ok­sijensiz kalan hücrelerin ölmesine sebep ola­bilirsiniz. Boğulan uzvu, bir saat sonra belki de kesmek gerekebilir.
Ayrıca boğulan uzvun altındaki bütün toplardamarlar da sıkışacağından, toksik maddeler dışarı atılamaz ve burada birikir. Ancak kurtarıcıların düğüm atmaları yasak olmakla birlikte, bir yaralıya böyle bir düğüm atılmışsa, buldukları zaman çıkarmaları da yasaktır. Çünkü bu durumda toksik madde­ler birden kan dolaşımına karışıp, şoka, hat­ta kalp sektesine sebep olabilir.

Ancak yarayı boğma yasağının geçerli ol­madığı iki durum vardır

• Eğer yaralarının bir uzvu tamamen kopmuşsa;

• Başka yaralılar varsa ve onların yardımına koşacak başka kurtarıcı yoksa.

Bu nedenle bir yaranın nasıl boğulacağı yöntemini de açıklıyoruz.
Yaraya düğüm nasıl atılır?
Yaraya düğüm, uzuvların ancak köklerine, bacağın ya da kolun yukarısına atılır
Geniş ve esnemeyen bir kumaş parçası alın: Kravat, kaşkol (esnek dokulardan ve telden kaçının), Yaraya bastırmaya devam ederken, U şeklinde katlayacağı­nız kumaş parçasını, uçları size bakacak şekilde ya­ralının uzvu altından geçirin.Hiç gevşetmeden İki ucu da uzvun çevresinde dolan­dırıp, İkisini ayrı yönlere kıvırın ve İki ucu düğümleyin.
İki serbest ucunu boşluktan geçirip, kemeri sıkın ve kan duruncaya kadar sıkmaya devam edinYaralıya düğüm attığınızı, ne zaman yerleştirdiğinizl görünür şekilde belirtin ve kendisini hemen hastaneye sevkedin.
Devamını Oku »

Şok Şok Geçirme Bilinç Kaybı

Şok Hali, Şok Geçirme, Şok ve Bilinç Kaybı

Şok ya da bayılma hali, damarlardaki ka­nın bazen azalması, bazen de damarlara in­tibak etmekte güçlük çekmesinden kaynak­lanan bir kan dolaşımı bozukluğudur.

Bu tür bayılmanın ciddi olup olmadığını siz bilemezsiniz. Bunu ancak bir doktor söy­leyebilir. Ancak basit bir bayılma olayında bi­le ne yapılması gerektiğini bilemezseniz, bu bile felaketle sonuçlanabilir.

Şok Belirtileri

Had bir zedelenme, şiddetli bir ağrı, bir kanama ya da ciddi hastalıklardan sonra, kan damarlarının çevresindeki kaslar ya tam ola­rak gevşer veya aksine aşırı gerilir: Bayılmayla sonuçlanan şoklara, bu sebep olur.

Kişinin yüzü solar, soğuk ter atar. Bilin­cini kaybetmese bile, normal halinde değildir. Kuşkulu, telaşlı, tutarsızdır. Ölçülmesi de zor­laşır. Parmak uçlan soğur. Üşümekten ve su­samaktan şikâyet eder.

Şok Geçirme Durumunda Tedavisi ve Yapılması gereken

Derhal doktordan yardım isteyin. Bu arada bayılan kişinin sıcak kalmasını sağ­layın. Kendisini sırt üstü yatırıp, gerekti­ğinde ayaklarını biraz daha yukarı kaldı­rın. Böylece beynine daha çok kan ulaş­masını sağlayabilirsiniz.

Özellikle onu ayakta ya da oturur du­rumda bırakmayın. Beyni kanla gerekti­ği kadar beslenmediğinden, bayılıp düşebilir.

Bayılma ya da şok durumundaki biri­nin kan dolaşımı, yarı boş bir şişeye ben­zetilebilir, içerdeki sıvının bütün şişeye yetmesi isteniyorsa, hastayı sırt üstü ya­tırmak gerekir.

Beyninin kanla beslenmesi gereken kişi sırt üstü yere yatırıldıktan sonra, tıbbi yardım beklemek gerekir.
Devamını Oku »

Şok Geçiren Hastanın Tedavisi

Şok Geçirme, Şok Geçiren Hastanın Bakımı, Tedavisi

Bakım sırasında her türlü fizik hareketlerden kaçınılmalıdır. Ancak has­tayı rahatlaştıracak, sürgü verme, el ve yüz yıkama tedbirleri alınmalıdır. Has­tayı trendelenburg pozisyonunda tutmadan evvel doktorun talimatı alınır. Çünkü bazı vakalarda trendelenburg pozisyonu üst taraftaki iç kana­maları artırır. Batın organlarının diyafragmaya baskıları da solunumu güçleştirir. Bu ihtimalleri göz önüne alarak tıbbi tedaviden evvel hastayı düz olarak tutmakta fayda vardır. Hastayı sakinleştirmek için barbûtüratlar kul­lanılabilir. Ağrıların giderilmesi için tıbbi tedavi uygulanır. Çünkü ağrı başlı başına şok yapabilir. Hastaya neler yapılacağı hakkında bilgi vermek ve onun sorularına uygun biçimde cevaplandırmak da endişelerin giderilmesi yönünden gereklidir.

Şoke olmuş bir hastaya ilaç verirken, periferik dolaşımın bozulmuş olduğu dikkate alınmalıdır. Deri altı enjeksiyonlar bu nedenle tavsiye edilmez. Deri altı yoluyla ilaç vermek gerekiyorsa, dolaşımın normale dönmesi beklenir.

Değilse fazla dozların doğurabileceği komplikasyonlar sonucu durum kötüleşir.
Hastanın tansiyonu, her 5 veya 10 dakikada bir ölçülmelidir. Tansiyo­nun yükselip alçalmasına göre ayarlanan ilaç dozları bakımından, çok gerekli­dir. Doku nekrozu yapan ilaçların enjeksiyondan sonra herhangi bir gelişme yapıp yapmadığı da enjeksiyon bölgesinde izlenmesi gereken önemli husus­lardan birisidir.

Bakım esnasında şoku meydana getiren sebebe yönelik tedavi uygu­lanır. Dolaşım sıvı ya da kan kaybı ile yavaşlamış kalp volümü azalmış ise, böbrek üstü bezi salgısı olan epinefrln zamanla etkisiz kalarak denkleştirici damar daraltma özelliği kaybolur. Bundan dolayı önceleri normal olan tan­siyon, sonra düşer. Dolaşım iyice yavaşlar, dokularda anoksemi meydana gelir. Solunumun sağlanması ve oksijen verme işlemlerine çabuk başlanmazsa dokularda harabiyetler meydana gelir. Özellikle sinir sistemi, karaciğer, böbrekler ve akciğer dokuları öncelikle harabiyete uğrar. Diğer belirtiler ve tansiyon düşüklüğünün sonucu doku nekrozları hızlanır.
Şok sebebi sıvı ya da kan kaybı ise, öncelikle kaybedilen, sıvının yerine konmasına çalışılır. Kan verilmesi gereken vakalarda kan bulununcaya kadar, kan yerini tutacak plazma ya da plazma yerini tutan sıvılar uygu­lanır. Bu sıvıların bulunması gecikirse serum fizyolojik verilir. Kan, tansiyon normale dönüşene kadar istenilen hızda verilmelidir.
Oksijen açlığının giderilmesi için oksijen verme işlemine aynı zamanda başlanabilir.
Elektrolit dengenin bozuk olması halinde veya yetersizliğinde damar­dan veya ağız yoluyla uygun sıvılar ve elektrolitler verilir.

Kan hacmi normale döndürüldükten sonra, damarları daraltan ilaçlar verilir. Şok, kalp yetmezliğine bağlı ise kalp tonikleri verilir.

Kortizon tedavisi görmüş bir hastanın böbrek üstü bezi atrofiye uğrayabilir. Bunun sonucu olarak primer şok hızla gelişir. Böyle vakalarda da­mardan kortizon verilerek şok tedavisi yapılabilir.
Devamını Oku »

Şuur Kaybı Bilinç Kaybı ve Tedavisi

Şuur Kaybı İlk Yardım ve Acil Bakım Tedavisi

Geçici Bilinç Kaybı Nedir

Komatöz vakalarda, koma sebebi açığa çıkarıldıktan sonra ve hastanın çevresi araştırıldıktan sonra ilk yardıma yön verilir. Hastanın soluk yolunun açık tutulması ve solunumun sağlanması, ilk önce yapılması gereken müdahale olmalıdır. İmkanlara dayanan oksijenasyon tercih edilir. Suni solunum yaptırılmaya imkan olmayan baş ve göğüs yaralanmalarında, tıbbi-cerrahi müdahale acilen gerçekleştirilmelidir. Baş travması ve vertebra kırığı daima araştırılmalıdır.

Normal vücut fonksiyonlarının devam ettirilmesi ve gelişmiş komplika-syonların giderilmesi çalışmalarıyla acil bakım devam ettirilir. Acil bakım sırasında, sonradan çıkacak vücut fonksiyonlarını bozucu durumlar kontrol altına alınmalıdır.

Bu genel açıklamalardan sonra yapılacak âcil bakım uygulamaları şunlardır:

• Hasta uygun yere taşındıktan sonra, solunum kontrol edilir,

• Soluk yolunun açık kalması sağlanır,

• Solunum durmuşsa hemen suni solunuma geçilir,

• Elbiseler sıkı, ya da sıkacak durumda ise elbiseler gevşetilir,

• Solunum gürültülü ve hırıltılı ise hasta yan yatış ya da yüzükoyun pozisyonda yatırılır. Gerekli ise ve baş göğüs travması yoksa hastaya trendelenburg pozisyonu aldırılır. Bu pozisyonda akciğerdeki salgı dışarı atılır,

• Solunum normalse, hasta sırt üstü yatırılarak, baş yana çevrilir. Veya yan yatış pozisyonuna alınır.

• Koma sebebi yok edilmeye çalışılır.• Hastanın ısısı muhafaza edilir. Dışardan ısı uygulanmaz.
Devamını Oku »

Sok Nedir Sok Cesitleri Nelerdir



Şok Nedir, Şokun Özellikleri ve Şok Çeşitleri
Tanım : Şok dolaşım sisteminin akut ve kompleks bir şekilde fonksiyonunu yerine getirememesi sonucu dokuların ihtiyacı olan oksijen ve diğer besin maddelerinin sağlanamaması durumudur. Bütün şoklarda kan basmcı düşmüştür ve kam dokulara perruze edecek yeterli basınç yoktur. Şok,hızla ilerleyen,hayatı tehdit eden bir durumdur. Çok iyi gözlem ve hızlı uygun bir tedavi ile birçok hastanın tamamen iyileşmesi mümkündür.
Kan basıncını etkileyen faktörler nelerdir?
Kardiyak outputta,periferik dirençte veya venöz kan dönüşünde bir azalma olursa kan basmcı düşecek,şok ortaya çıkabilecektir.

Klinik özellikler:
Hipotansiyon, Zayıf ince nabız, , Soğuk terleme, Hızlı soluma, Susamışlık hissi, Çok az,yoğun idrar,
Huzursuzluk, Şokun ilk belirtilerinden biri anksiyete dahildir. Hasta kendini kötü hissediyor.
Şokun sınıflandırılması
Evre 1 ( Kompanse şok)
Bu evrede semptonlar belirgin değil, hafif anksiyete, Kan basıncı ve kalp debisi normal veya hafif düşmüş, Kompansasyon mekanizması olan periferik vazokonstriksiyona bağlı uçlarda ve ciltte soğukluk, taşikardi.
Bu döneme preşok dönemi de denir. Normal bir kişi kan volümünün % 10 nun veya 1000 mi sim kaybederse bu duruma girer.

Evre 2 (Dekompanse şok)

Hipovdemik şokta bu evrede kanın %20-25'şi kaybedilmiştir.

Bu evrede doku perfliziyonunun yetersizliğini önlemede kompansasyon mekanizmaları yetersiz kalır. Klasik şok bulguları gelişir. kan basmeı ve kalp debisi düşer nabız filoform veya alınamaz, huzursuzluk, Oligüni, soğuk tenli cild,extnemitelerde siyanoz, taşikardi
Evre 3 (irreversibl şok)

Uzun süren şok tablosu durumunda aşırı doku perfuzyon bozukluğu, hücresel fonksiyon bozukluklarına yol açar. Bu dönemde

Mikrosirkülasyon bozulur

Ağır metabolik asidoz gelişir

Doku hipoksisi olur

Organ fonksiyon bozuklukları olur

Şok tablosu oluşturan en önemli üç neden kalp hastalıkları (kardiojenik), hipovolemi ve sepsistir.

Şokun Çeşitleri
1. Kardiojenik şok

2. Psikojenik şok

3. Nörojenik şok

4. Toksik/Septik şok

5. Anafilaktik şok

6. Hipovdenik şok

Kardiyojenik şok

Kalbin pompalama fonksiyonunun bozulması ve kardiyonik outputun azalmasıyla ortaya çıkar.Kalp atım hızı veya her atımda pompalanan kan miktarı azalmıştır. Genelde miyokardiak enfarktüsün komplikasyonu olarak ortaya çıkar.

Psikojenik şok


Duygusal travma veya psikolojik şok sonucunda ortaya çıkabilir. Bu durumda geçici bladikardi görülür, bu da kardiak outputu azaltır, ve kan basmcı düşer. Aynı zamanda periferal vazodilatasyon ve periferal dirençte azalma olur. Şerebral hipoperfuzyon sonucu hastanın bilinci kaybolabilir.

Nörojenik şok

Şiddetli ağnsı olan hastalarda veya beyin ve spinal yaralanmalarad

görülebilir.

Ağrıda ilk dönemlerde kan basıncı yükselenbilir. Ancak ağn uzun

sürerse veya çok şiddetliyse şoka neden olabilir.

Toksik / Septik şok

Periferal direnç azalır ve kan basmcı düşer.Bunu yanmda toksemi kapillerin geçirgenliğim arttırır. Bu da damarlardan dokulara plazma ve sıvı geçişine neden olur. Sonuçta Intravasküler volüm ve kalbe dönen kan miktarı azalır. Kardiak output azalır kan basıncı düşer. Septik şokta hastanın cildi pembe ve ılıktır.

Anafılaktik şok


İlaç,besin,an,böcek sokması veya başka bazı maddelere alerjik reaksiyon sonucunda vücutta büyük oranda histamin salgılanması ile ortaya çıkar. Histamin vazodilatör bir maddedir. Şiddetli hipotansiyona ek olarak genellikle bronkospazm da gelişir. Bütün vücutta yaygın vazodilatasyon, kan basıncmda düşme görülür. Vazodilatasyon ciltte kızarıklıklara neden olur.
Devamını Oku »

Monday, January 27, 2014

Karın Hastalıkları Apandisit

Karın hastalıkları
Karın nahiyesi, sindirim sisteminin tamamı ile genital ve üriner (sidik boşaltma) or­ganların hemen tamamının bulunduğu yerdir. Bu nahiyede had bir hastalığın en büyük belirtileri, karın ağrıları ve kusmalardır. Daha üst taraftaki ağrılar iset bir böbrek veya genital organ rahatsızlığı olabilir.

Akut Apandisit, Apandisit Belirtileri

Apandisit, sihdirim sistemindeki küçük apandis çıkıntısının iltihaplanma­sıdır. Müdahalede bir gecikme bugün da­ha ciddi tehlikeler yaratabilir. Apandisit
krizi, oldukça şiddetli görünümler alabi­lir:
Karnın alt sağ tarafında ağrı, ateş, mi­de bulantıları ve kusmalar.

Apandisit Hastalığı Tedavisi ve Yapılması gereken

Başvurduğunuz doktor muayeneden sonra gerçek bir krizden şüphelenirse, bir cerrah görüşü, tamamlayıcı incelemeler ve hastaneye yatırma dahi isteyebilir. Gerçekten de apandisit teşhisi çok zor olup, bazen hasta24 ile 48 saat arasında gözetim altında tutulduktan sonra, bir müdahaleye karâr verebilir. Bu arada ge­rekli biyolojik ve klinik tetkikler yapılır. Cerrahtan görüş alındıktan sonra, müda­hale acilleşir. Zamanında yapıldığında, hiçbir tehlikesi yoktur.

Bu arada hastanın bilinen apandisit belirtileri göstermeyebileceği bilinmeli­dir. Doktor muayenesinden önce alına­cak bazı ilaçlar (antaljik ve antibiyotik) ge­çici olarak hastalığın belirtilerini maske­leyebilir. Gerekli cerrahi müdahale de, bu nedenle gecikebilir.
İhmal edilen apandisitin en büyük tehlikesi, peritonittir. Apandis bazen pat­layarak, içindeki iltihabı bütün karın za­rına dağıtır ve hastanın hayatını tehlike­ye düşürür.
Devamını Oku »

Makat Kanamaları

Makat kanamaları

Makat Kanaması
Genellikle hemoroid (basur memeleri) var­lığı, bu kanamalara yol açar ve paniğe kapıl­mamak gerekir. Çünkü belirli dönemlerde tekrarlarsa, tehlikeli değildir.
Ancak hemoroidleri tedavi ettirmek için bir doktora başvurun. Bu arada kanamala­rın başka bir nedeni olup olmadığı da mey­dana çıkacaktır.
Devamını Oku »

Bağırsak Tıkanmaları Hastalığı

Bağırsak tıkanmaları, Bağırsak Hastalıkları
Bağırsak Hastalığı


Bağırsak tıkanmalarına, bağırsaklardaki trafiğin bir iç engel nedeniyle durması sebep olur (örneğin, bir tümör) veya bağırsağın bir bölümünün boğulması veya bükülmesi yol açar. Mutlaka hastaneye yatırılmayı ve çok defa da cerrahi müdahaleyi gerektirir. Bağır­sak tıkanmalarının belirtileri, sebeplerine göre değişir. Fakat bazıları hep aynıdır; iştah kay­bı, mide bulantıları ve çok kötü kokan kus­malar, dışkı ve gaz çıkarmanın durması, ba­zen de ateş yükselmesi. Şişen karın, ağrır. Doktor, stetoskopla karnı dinlediğinde, her zamanki sesleri işitmez.
Devamını Oku »

Fıtık Boğulması Hastalığı

Fıtık boğulması, Fıtık Hastalığı

Bağırsak tıkanmasına benzer. Fakat çif­te sorun çıkartır: Bir yandan fıtık torbası için­de kalan bağırsak bölümü, bükülür (böylece her türlü sindirim trafiği durur); diğer yan­dan da bağırsağın bu bölümünü besleyen atar ve toplardamarlar da ezilir. Bu büzülme, ba­ğırsağın o parçasında çok çabuk boğulmaya ve doku kangrenine yol açar.

Fıtık Boğulması Tedavisi ve Yapılması gereken


Acilen çağrılan doktor gelene kadar, hastayı rahatça yerine yerleştirin. İstese bile, içecek hiçbir şey vermeyin. Çünkü kusmaları artırmaktan başka bir işe ya­ramaz.
Ağrıyan her fıtık, mutlaka doktora gösterilmelidir. Aksi halde acil bir durum­la karşılaşılabilir.
Devamını Oku »

Doğum Belirtileri Gebelik



Bir doğumun ilk belirtileri, Gebelik Belirtileri


Gebelik ve Doğum

Bir doğumun çok yakın olduğu, ra­himden sıvı gelmesi ve belirli aralıklarla gelen rahim kasılmalarının sıklaşmasın­dan anlaşılır. İlk defa doğum yapacak bir kadın, rahmindeki kasılmayı, elini düz ola­rak karnının üzerine koyarak anlayabilir:
Döl yatağının sertleştiğini ve yuvarlaklaştığını hissederse (sancı olsun, olmasın), kasılma başlamış demektir. Bu belirti kar­şısında, doğumun gerçekleşeceği doğu­mevi veya hastaneye hemen gitmek gerekir.
Hatta mümkünse kliniğe veya doğu­mu yapacak doktora telefon ederek, bu belirtiler haber verilmelidir.
Bu durumda size bir süre daha bulun­duğunuz yerde beklemeniz tavsiye edile­bilir. Bundan yararlanıp, gerekli belgele­ri ve size klinikte gerekecek malzemele­rinizi toparlayabilirsiniz. Ama hemen gel­menizi isterse, bir cankurtaran veya tak­siyle beklemeden hastaneye hareket edin.
Doğumevinde de bebeğin geliş pozis­yonu ile sizin morfolojik yapınıza göre ba­zı durumlar belirlenir. Doktor buna göre doğumu hızlandırabilir veya geciktirebi­lir.İzlenecek yol, gebeliği başından beri takip eden doktor ve ebeler tarafından saptanacaktır.
Devamını Oku »

Gebelikte Meydana Gelen Kazalar


Gebelik sırasında meydana gelebilecek kazalar

Kadın Doğum Sorunları

Ancak gebelerin sistemli bir gözetim altında tutulmaları, erken önleyici teda­vi, aşırı şişmanlama, albümin artışı, idrar yolu ve genital yollan enfeksiyonlarının önlenmesi, doğum tehlikelerini azaltabi­lir; zor doğum olasılığını önler ve doğa­cak bebeğin güç durumda kalmasını en­geller.
Bütün gebelik boyunca, öncelikle aşağıdaki noktalara özen gösterilmelidir:

— Rahimden gelebilecek bütün sıvı akın­tılar ve kanamalar;
— İdrar yolu ve genital yollarda enfeksi­yonlar;
— Ateş: Her türlü enfeksiyon, doktora bildirilmeli, o da nedenini araştırıp, iler­de bebeğe zarar vermeyecek şekilde te­daviyi sağlamalıdır;
— Ortaya yorgunluk, bacaklarda şişme, baş ağrıları, nefes nefese kalma ve aşırı kilo alma durumları çıkarsa, yüksek tan­siyon olasılığı ve idrarda albümin aran­malıdır.

Bu belirtilerden biri bile, vakit kaybet­meden jinekologa başvurmayı gerektirir. Gereğinde ebeye de danışılabilir. Gebe­lik hastalıklarını onlar meydana çıkarıp, tedaviyi sağlarlar. Aksi halde cenin ve ba­zen annenin hayatı bile tehlikeye girebi­lir.
Devamını Oku »

İstenmeyen Beklenmedik Doğumlar

İstenmeyen Gebelik Beklenmedik doğumlar

Bebeğin başı rahim ağzında görüldüğü ve rahmi araladığı zaman, beklenmedik ani bir doğumdan bahsedilebilir. Başları ve saçları görünür haldedir.

Bu durum, gebelikleri sırasında, sürekli kontrol altında olan kadınlarda seyrek görü­lür. Doğumun yaklaştığının ilk belirtileriyle birlikte, gebeler zamanında hastaneye yetiş­tirilir: Sancı, giderek sıklaşan kasılmalar, su kesesinin patlayarak, amniyotik sıvının vajinadan dışarı boşalması...

Ancak kırsal kesimlerde sağlık tesisi yok­luğundan veya uzaklığından, bazen de tatil si­telerinde, ani doğum olayları görülür.

Tedavi ve Yapılması gereken

Doğumu başlayan bir kadın karşısında, telaşa kapılmayın: Doğumun, çok doğal bir olay olduğunu ve on doğumdan dokuzunun, hiçbir komplikasyon yaratmadan gerçekleştiğini, uzman bile gerektirmediğini hatırlayın. Anne adayını sa­ğkinleştirdikten sonra, hemen doktor ve
cankurtaran çağırın.

Yardım gelene kadar


— Altına temiz çamaşırlar serdikten son­ra, kadını, bacaklarını açarak ve dizlerini bükerek yatırın. Çamaşır bulamazsanız, temiz kâğıt da serebilirsiniz;
— Ona sık ve kesik kesik soluması için yardımcı olun;
— Ikınmamasını tavsiye edin;
— Ellerinizi yıkayın ve bol bol sabunlayıp, tırnaklarınızı fırçalayın;
— Temiz çamaşırlar hazırlayın.

Bebeğin başı çıkıyor


— Çekmeden ve annenin karnına bastırmadan, iki el­le başı tutun;
— Göbek kordonu bebeğin boynuna dolanmışsa, başı­nın üzerinden kaydırın ve gevşetmeyi sağlayın; aksi halde kordon, bebeği boğa­bilir.
— Omuzları bir biri ardın­dan dışarı çıkınca, çıkan bedenini de tutun. Ancak çok kaygan ve ıslak oldu­ğundan, dikkatli hareket edin.

Kadının rahim boynu açıldı­ğından, bebek yavaş yavaş iner ve önce başı görünür: Bu andan itibaren anne adayı ayağa kalkmamalı ve hiçbir şekilde başka bir ye­re taşınmamalıdır. Özellik­le "ıkınmaması" tavsiye edilmeli, bebeğin kendi kendine gelmesi beklen­melidir.

Göbek kordonu daha önce bebeğin başının üstüne kaydırıldıktan sonra, önce başı, sonra omzu elle tutul­malı ama çekmemeye özen gösterilmelidir. Bebek ya­vaş yavaş annesinin karnın­dan çıkacak ve ana kucağı­na yatırılacaktır.
Devamını Oku »

Vitamin Nedir Vitaminlerin Onemi Gorevleri

Vitaminler, Vitaminlerin Önemi, Vitaminlerin Görevleri

Vitamin Nedir, vücudumuzda yapılmayan, dışardan almak zorunda kaldığımız, normal vücut işlevlerinde biyokimyasal reaksiyonların düzenli yapabilmesi için gerekli, çok az miktarda alınması ile gereksinimlerimizi karşılayabildiğimiz, besin öğeleridir. Vitaminler diğer karbonhidrat, lipid ve proteinlerden farklı yapıdadırlar. Vitaminlerin enerji temininde önemli yeri yoktur. Vitaminler normal büyüme ve yaşantının sürdürülmesi için elzem organik maddelerdir.

Vitaminler hemen hemen tüm besinlerde, özellikle hayvansal gıdalarda bulunurlar. Bu noktadan hareketle vitamin eksiklikleri nasıl gelişmektedir?

Genel olarak besinleri yiyecek olarak hazırlama işlemleri sırasında vitaminler tahrip edilmekte, veya kepeğin undan uzaklaştırılması gibi işlemlerden dolayı, kısaca vitamince fakirleşmiş gıdaların alınması ile vitamin eksiklikleri gelişmektedir.

Ayrıca, tek tip gıda ile beslenen, hayvansal besinleri ekleyerek besinleri vitamince zenginleştirilmemesi de vitamin eksikliklerinde önemli rol oynamaktadır.
Bebeklikte, gebelikte, süt verme döneminde vitamin gereksinimleri artmaktadır. Bu nedenle her kişiye ve harcadığı enerjiye göre gereken vitamin miktarları değişmektedir.

Bu konuda bazı örnekler verecek olursak;
Eskiden denizci olanlar uzun süre karadan uzak kaldıklarında taze, yaş sebze ve meyve yemediklerinden dolayı C vitamini eksikliği gelişmekte ve tayfalar hasta olduklarından dolayı yelkenli gemiler denizde sefer yapamaz duruma düşüyorlarmış. Ancak limonun gemilere yiyecek olarak konulmasından sonra bu hastalık ortadan kalkmıştır.

Pirincin parlatılıp kabuksuz yenmesinden sonra Çin'de zenginler arasında pellegra gözlenmiştir. Mısır ekmeği ile beslenenlerde de pellegra gözlenebilir.

İngiltere'de güneş ışığını etkisiz olması yanında ayrıca asiller güneşe çıkmadıkları için, raşitizm sık gözlenmekte imiş ve bu hastalığın asillere özgü olduğu sanılmakta imiş.

Ülkemizde bebeklerin güneşin yakıcı etkisinden korumak için hemen hemen hiç güneşe çıkarılmadıkları topluluklarda raşitizm sık görülür. Bebekler büyüyüp yürümeye başlar ve sokakta oynadıkları zaman raşitizm gözlenmez.
Kepeksiz, beyaz, ekstra-ekstra unlarla yapılmış francala, B vitamini yönünden oldukça fakirdir. Bu örnekler çoğaltılabilir.

Bu açıdan özellikle pişmemiş besinler az veya çok vitaminlerin hemen hemen tümünü kapsamaktadır. Hayvansal besinlerle aldığımız vitaminler daha etkindir. Bitkisel kaynaklı bazı vitaminlerin aktif olabilmesi için vücudumuzda bazı metabolik işlemlerden geçmesi gerekmektedir.

Vitamin Çeşitleri

Vitaminleri başlıca 2 grup altında toplayabiliriz. Gruplandırma vitaminlerin eridikleri ortam, do­layısıyla alınma şekillerine göre yapılmaktadır. Bunlar:

1: Yağda eriyen ve yağla birlikte aldığımız vitaminler ve
2: Suda eriyip su ile birlikte aldığımız vitaminlerdir.

Yağda eriyen vitaminlerin bir özelliği de; gereksinimimizden fazla alındığı durumda, vücudumuzda birikim söz konusu olmasıdır. Bu tür vitaminlerin fazla alınmasına bağlı birikmelerin toksik ve yan etkileri gözlenebilir. Bu açıdan yağda, eriyen vitaminler gereksinimimizden fazla alınmamalıdırlar.

Suda eriyen vitaminler ise, idrarla atıldığında dolayı vücudumuzda birikmez ve bunların fazla alınmasına bağlı yan etki gözlenmez. Buna karşın, besinlerimizde eksik alınması söz konusu olduğunda, vücudumuzda birikim olmadığından kısa sürede eksikliği ortaya çıkar.

Besin adları sunulurken belirtilen gıdaların diğerlerine göre adı geçen vitaminlerden daha zengin olduğu şeklinde yorumlanmalıdır. Yoksa adından bahsedilmeyen vitaminlerin besinlerde olmadığı sanılmamalıdır. Ayrıca, özellikle annelerin çocuklarına karaciğer, salata yedirememekten dolayı fazla üzüntü duymamaları gerekir. Eğer anneler çocuklarına tek düze gıda vermiyorlar ve birçok besin karışımı ile yavrularını besliyorlarsa, vitamin ve mineral gereksinimlerini karaciğer ve salata dışı kaynaklarla sağladıkları zaman, vitamin eksiklikleri gözlenmez. Çünkü vitamin gereksinimiz diğer besin öğelerine göre az olup, hemen hemen tüm gıdalarda vardır.

Yağda Eriyen Vitaminler ve Yapısı

A (retinol, retinoik asit) vitamini
D (kalsiferol) vitamini
E (tokoferol) vitamini
K (kinpn) vitamini

Suda Eriyen Vitaminler, Suda Eriyen Vitamin

B1 (tiamin) vitamini
B2 (riboflavin) vitamini
Niasin
B6 (pridoksin) vitamini
Folik asit
B12 (kobalamin) vitamini
Pantotenik asit
Biotin
Kolin
C (askorbik asit) vitamini
Devamını Oku »

Protein Nedir Proteinin Gorevleri Onemi Yapisi

Proteinler, Protein Nedir, Proteinin Yapısı Görevleri
Proteinler temel yapı taşımızdır. Protein Latincede "yaşayan varlıklar için elzem azotlu" öğe anlamındadır. Vücudumuzu oluşturan tüm organik yapının ana malzemesidir. Proteinler aminoasitlerin birleşmesinden oluşurlar. Amino asit nedir: Azot kapsayan organik moleküllerdir. Aminoasitlerin yapısı, Karbonhidrat ve lipidler gibi karbon, hidrojen ve oksijenden oluşmaktadır. Farklılığı ayrıca azot kapsamalarıdır.

Proteinlerin önemi Vücudumuzu oluşturan hücrelerimizin temel yapı malzemesi oluşudur. Hücrelerin çoğalması, işlev yapması, kısaca tüm fonksiyonları için enzimler gereklidir. Enzimler de protein yapısındadırlar. Değişik yollardan vücuda giren yabancı proteinler antijenik özellikleri nedeniyle allerjik olaylara neden olabilirler. Proteinler, aminoasitlerden sentez edilirler. Aminoasitler depo edilmezler. Ancak protein olarak oluştuktan sonra, yapı malzemesi olarak kalırlar. Eğer aminoasitlere ihtiyaç duyulur ve alınmazsa vücut kendi hücrelerini kullanır. Proteinler enzimlerle hidrolize olup, parçalanır ve aminoasitler küçük moleküller halinde açığa çıkarırlar.
Amino Asit Çeşitleri; 24 değişik tipte aminoasit vardır. Az sayıda farklı parçadan oluşan birçok aminoasit vücutta belirli bir plan doğrultusunda bir araya getirilmesiyle proteinler oluşmuştur. Her canlının proteinlerden oluşmuş yapısı kendisine özgüdür. Bu nedenle bir kişiye başkasının proteini özellikle damardan yapılacak olursa allerjik olaylara neden olabilir. Bu açıdan proteinler mutlaka besin olarak alınmalı ve sindirilerek vücutta kullanılmalıdırlar. Ayrıca bazı durumlarda besinlerdeki protein bile yan etkilere neden olabilir. Örneğin; anne sütü alan bebeklerde yabancı sütler verilecek olursa, inek sütü gibi, bu süt proteinleri bebekte besin allerjisine neden olabilir.
Anlaşılacağı gibi, bir proteinin yapılabilmesi için belirli sayıda amino asite gereksinimiz vardır. Bu aminoasitler ancak belirli bir sıralama ile bir araya getirilirlerse istenilen protein yapılabilir. Örneğin; vücudumuzda insülin yapılmak isteniliyorsa, 51 aminoasitin bir düzen içinde biraraya getirilmesi gerekmektedir. İnsülin yapımında kullanılan farklı amino asit sayısı ise sadece 16'dır. Özet olarak insülin; 16 farklı amino asit olmak üzere, toplam 51 amino asitin biraraya gelmesi ile oluşmaktadır.
Yapım için gereken amino asitler sağlanmadığı durumda ne olur?

Örneğin; insülin yapımı için 6 adet Lösin adlı aminoasit gerekmektedir. Lösin molekülünden 4 adet var ise ne olur? Aminoasitler yanlış dizildiği veya eksik olduğu zaman, istenen yapı oluşturulamaz. Bir yapıda bazı parçaların çıkması ile yapılarda belirgin bir bozukluk olmaz ise, proteinlerin işlevleri devam edebilir. Ancak tek bir aminoasit ters bir yerde yapıya girecek olursa, yapı eskisine benzese bile, proteinin vücuttaki işlevi bozulmaktadır.

Özet olarak; proteinlerin işlevlerini bozmayan yapım farklılıkları önemsizdir. Ana yapılarını bozan, kısaca etkinliklerini değiştiren yapısal farklılıklar önemlidir.

Bunun tam tersi olarak; bazı enzimlerin etkin olabilmesi için yapılarının değişmesi, aminoasitlerin azalması gereklidir. Genellikle büyük yapıda olanlar enzimlerin öncül elemanlarıdır. Bunlara proenzim adı da verilmektedir. Bir örnek olarak insülin hormununn öncül yapısını ele alacak olursak, insülin vücudumuzda "9" şeklindeki bu yapıdan oluşmaktadır. Bu yapı parçalandığında ortaya iki zincir çıkmaktadır. C harfi şeklindeki "C peptit" ve "H" şeklindeki aktif insülin oluşur. Daha önce belirtilen 51 amino asitten oluşan insülin, bu "H" harfi şeklinde olandır. Burada gördüğümüz gibi bazı durumlarda sentezlenen proteinlerin yapılarının değişmesi ile etkinlik kazanmaktadır.
Vücudumuzu oluşturan tüm hücreler, enzimler, hormonlar gibi yapıların ana malzemeleri proteinlerdir. Karbonhidrat ve lipidler yapımda bir arada bir karmaşık yapı oluşturabilirler. Hücre zarı buna güzel bir örnektir.
Aminoasitler, proteinlerin en küçük yapı malzemesidir. Proteinler vücutta yapı taşı olarak bulunurlar, ancak aminoasitler vücutta depo edilmez ve birikmezler. Eğer vücudumuzda amino asitlere gereksinimiz olursa ve besinlerimizle temin edilmemişse, daha önce yapılan yapılarımız yıkılarak yeni aminoasitler elde edilirler. Hayvan hücreleri amin grupları olan Amino asitlerin tümünü sentezleyemezler. Hayvanlar genellikle bitkileri yiyerek amin gruplarını alırlar. İnsan vücudunda da aminoasitlerden birini diğerine çevirme yeteneği de azdır. Bazı aminoasitler karaciğerde birbirine çevrilebilirler. Dışarıdan almak zorunda olduğumuz (bir birine çevrilmeyen) aminoasitlere "elzem aminoasitler" denir. Temelde aminoasitleri besin olarak dışarıdan almamız gerektiğinden protein kaynaklı gıdalar yaşantımızda çok önemli bir yer tutmaktadırlar.

Proteinler, hayvansal ve bitkisel kaynaklı yiyeceklerde bulunur. Proteinlerin kapsadıkları aminoasitlerin tipleri ve miktarları, farklılıklar göstermektedir. İnsan vücudunun çeşitli dokularını oluşturan aminoasitlerin tipleri ve miktarları çeşitlidir. Her doku, enzim ve diğer proteinsel yapıların yapımı için değişik oranlarda aminoasitlere gereksinimlerimiz bulunmaktadır. Bizim yapılarımıza en uygun olan proteinlerin alınmasının organizmada yapım etkinliğini arttırması doğaldır. Alınması gerektiği halde gıdada bulunmayan tek bir amino asitin alınmaması durumunda tüm aminoasitler yıkıma gidebilir.
Genellikle hayvansal kaynaklı proteinlerin aminoasitleri insan vücudu için uygundur. Bu nedenle bunlar sindirimde fazla kayba uğramazlar ve vücutta büyük oranda kullanılırlar. Bitkisel kaynaklı proteinler sindirimde kayba uğrarlar. Ayrıca yukarıda belirtildiği gibi, bitkilerin kapsadıkları aminoasitlerin oranı, insan protein yapısındaki miktarlardan farklıdır.

Besinlerin etkinlik oranları, biyolojik yararlılık olarak belirtilmektedir. Bazı besinlerin etkinlikleri şunlardır; Yumurta, süt et, vb.hayvan kaynaklı proteinler %98 oranında sindirilirler. Tahıllar %78-85, kurubaklagiller %78 civarında sindirilirler.

Vücutta kullanılma durumlarına göre proteinleri şöyle sınıflandırabiliriz.

Örnek protein; yumurta, anne sütü

İyi kalite protein; et, süt ve süt ürünleri, balık.

Düşük kalite protein; bitkisel kaynaklı proteinler

Protein Değerleri
Örnek olarak; 0-3 aylık bir süt çocuğuna günde kilo başına 2.4 gram örnek protein gerekli ise, %60 kalitede olan bir besin aldığında günde kilo başına 4 gram protein verilmelidir. Burada belirtilen besindeki protein düşük kaliteli (%60) olduğu için normal gerekenin iki katına yakın bir artış yapılmaktadır. Bir başka örnekte; 1 yaşındaki bir çocuğa günlük 1.3 gram/Kg örnek protein yerine, %60 oranda düşük kalitede bir protein verilmekte ise, günlük verilecek protein oranı 2.1 gram/Kg olmalıdır. Besinlerimizle alınan aminoasitlerin çeşitlendirilmesi ve zenginleştirilmesi için yiyecekleri karıştırıp pişirmeliyiz. Bulundurdukları aminoasitler yönünden farklı olan yiyecekleri karıştırıp pişirmek o yemeğin besin değerini arttırır.

Protein İçeren Besinler; Terbiyeli çorba; kıymalı, salçalı makarna; yoğurtlu, salçalı mantı; gibi uygulamalar bu zenginleştirmenin birer örnekleridir. Tahıllarla kurubaklagilleri karıştırıp pişirmek besin değerini oldukça arttırır. Yahni, aşure, nohutlu pilav gibi yemekler sayılabilir.

Aminoasitlerin vücudumuzdaki kullanımları:

Kana geçince aminoasitler hücrelerde proteinleri yaparlar.

Vücut için gerekli hormonlar, enzimler ve antikorları oluştururlar.

Aminoasitlerin amin grubu ayrışınca oluşan moleküller vücutta protein yapımı dışında kullanılırlar. Bunlar; enerji, karbonhidrat ve yağa dönüşürler.
Dokudaki proteinlerle kandaki proteinler arasında denge vardır. Kandaki proteinlerin düzeyleri yeterli protein alınıp alınmadığını gösterir. Yiyeceklerle alınan protein ile atılan arasında bir denge vardır.

Proteinlerden amin grubunun ayrılmasıyla üre oluşur ve idrarla dışarı atılır. Protein yıkımı ile açığa çıkan kreatinin ve azotlu öğeler de idrarla dışarı atılırlar. Böbrek rahatsızlığı olduğunda kreatinin ve kan üre azotu kanda birikirler. Değişik hastalık tabloları ortaya çıkar.

Günlük protein gereksinimleri hesaplanırken büyüme, cinsiyet ve aktivite göz önüne alınmalıdır. Örneğin 1 yaş için Kg başına 2.1 g, 10 yaş için Kg başına 1.35 g, yetişkinler için Kg başına 1 g yeterlidir. Erken doğmuş prematüre bebeklerde ise kilogram başına 4 gram protein gerekebiiir. Aşağıda sıralanan bazı durumlarda ise erişkinlerde protein gereksinimi artar. Bunlar;

Gebelik ve emziklilik dönemleri (6-15 gram eklenir)

Hastalıklar ve özellikle yanıklar

Enerji dengesinin iyi olmadığı durumlar

Yemeklerin pişirilmesi ve yenmesi sırasındaki kayıplar düşünülüp protein gereksinimi ona göre ayarlanmalıdır.

Protein Eksikliği; Protein eksikliğinde vücut kendi dokularını kullanır. Sonuçta büyüme durur, ağırlık azalır. Ayrıca, vücudumuzda doku, hücre, enzim gibi protein kapsayan tüm elemanların etkinliği azalır veya kaybolur. Hastalıklara yakalanma riski artar.

Protein kaynağı olan gıdaların pahalı olması ve zor bulunması nedeniyle, en az bir miktar ile yüksek etkinlik sağlanılması istenilmekteyse, iyi kalite protein alınmalıdır, özellikle büyüme ve gelişme döneminde, protein gereksiniminin yüksek olduğu çocukluk çağında, yetersiz ve/veya düşük kalite protein alınması önemli sorunlara neden olmaktadır.
Proteinin kısıtlı alınmasına karşın, kalorisi yüksek olan şeker, nişasta ile beslenenlerde kuvaşiorkor hastalığı belirir.

Kalorinin proteine göre daha kısıtlı alınması durumunda ise marasmus hastalığı oluşur.
Ülkemizde sıklıkla, protein eksikliği enerji eksikliği ile birlikte görülür.

0-6 yaş arası eksik protein alımı henüz beyin gelişiminin tamamlanmadığı devre olduğundan zekâ geriliğine yol açabilir. Protein kan hücreleri ve hemoglobin için de gereklidir.
Devamını Oku »

Yaglar Lipid Nedir Doymus Doymamis Yag Asitleri

Yağlar (Lipidler, Lipid Nedir), Yağlar Gıda

Besinlerimiz içinde yağ olarak kullandığımız maddeler, biyokimyasal olarak lipid olarak adlandırılmaktadır. Lipidler; eter, benzin, kloroform gibi çözücülerinde eriyen hayvan ve bitki dokularına denir. Lipidler de; karbon, hidrojen ve oksijen moleküllerinin birleşmesinden meydana gelmişlerdir. Ancak, yapı olarak karbonhidratlardan oldukça farklıdırlar.

Gerçek biyokimyasal tanımlamada yağlar, gliserol molekülü ile yağ asitlerinin esterleşerek yaptıkları bir trigliserittir.

Yağ asitleri kapsadıkları karbon sayısına göre adlandırılmaktadırlar. Ayrıca yapılarında olan karbon molekülleri arasında çift bağ olup olmamasına göre de sınıflandırılırlar. Yapılarında çift bağ olmayanlar doymuş yağ olarak tanımlanırlar ve genellikle oda ısısında katı olan yağlardır. Molekül yapılarında çift bağ kapsayanlar doymamış yağ olarak adlandırılır ve oda ısısında sıvı olan bitkisel yağlardır. Özellikle yapılarında iki adet doymamış bağ olan yağlar vücudumuzda yapılmadığı için elzemdir. Bu açıdan besinlerde bulunan yağ tipleri doymuş ve doymamış oranları bakımından önemlidir. Doymamış yağ kapsayanlar tercih edilmelidirler. Anlama kolaylığı açısından bazı besinlerdeki yağlar aşağıda sunulmaktadır.

Doğmuş Yağ Asitleri, Doymuş Yağlar

Asetik asit (bazı bitki tohumlarında), butirik asit (süt yağı), kaproik asit (süt, kakao yağı), kaprik asit (süt, kakao yağı), laurik asit (kakao yağı), myristik asit (hindistan cevizi, kakao yağı), palmitik ve stearik asit (bitki tohumlarında), behenik asit (yer fıstığında), melisik asit (balmumu).

Doymamış Yağ Asitleri, Doymamış Yağlar

Myristoleik asit ve palmitoleik asit (balık yağı, süt yağı), oleik asit (zeytin yağı), linoleik asit (ayçiçek, pamuk, keten tohumu yağı), linolenik ve araşidonik asit (karaciğer ve hayvan fosfolipidlerinde).
Margarinler sıvı yağlardan yapılmaktadır. Margarinler de, hidrojenle yağ asitleri doymuş yağ asitlerine dönüştürülmekte, bu durum bitkisel yağ asitlerindeki çift bağları açarak hidrojenlemek ve doymuş yapıya getirmekle oluşturulmaktadır. Sıvı yağlar, katı hale getirilirler. İlk yapılışlarında margarinler kolesterolsüzdür. Ancak, süt ürünleri konulanlar kolesterol kapsamaktadırlar ve ayrıca doymuş yağ asitleri yapısında olduklarından dolayı margarin alınımı da kısıtlanmalıdır.
Yukarıda görüldüğü üzere, besinlerimizde değişik yağ asitleri bulunmaktadır. Vücudumuzda doymamış yağlar yapılmadığı için özellikle doymamış yağ kapsayanlar tercih edilmelidir. Kabaca besinlerimizdeki doymuş ve doymamış yağ oranları aşağıda sunulmaktadır.

Doymuş ve Doymamış Yağ Oranı

Kuyruk yağı : Doymuşj&56, Doymamış %44 (linoleik asit % 5)
Tereyağı : Doymuş %60, Doymamış %40 (linoleik asit %11)
Zeytinyağı : Doymuş %14, Doymamış %86 (linoleik asit % 9)
Mısır yağı : Doymuş %11, Doymamış %89 (linoleik asit %59)
Pamuk ve ayçiçek yağı : Doymuş %13, Doymamış %87 (linoleik asit %58)

Bu nedenle linoleik asit oranı yüksek yağların besin olarak ilk sırada tercih edilmeleri uygundur. Ayrıca her besinin kapsadığı yağ oranı da farklıdır. Örneğin; kuyruk yağı %95, tereyağ %80, ceviz ve fındık %63, çekirdekler %45, et %20, soya fasulyesi %15, yumurta %12, mısır %4, süt %3, kurubaklagiller ve buğday %2 oranında yağ kapsamaktadırlar.
Lipidler, üstün birer enerji depolarıdır. Karbonhidratların 1 gramı 4 Kalori verirken, lipidlerin 1 gramı 9 Kalori vermektedir,

Fazla alınan karbonhidratlar da, vücutta glikojene ve büyük bir kısmı yağa dönüşerek depo edilmektedirler. Bu açıdan, lipidlerle karbonhidratlar, vücudumuzda karşılıklı olarak, birbirlerinden sentez edilebilirler. Bu durumda cevaplanması gereken bazı sorular olacaktır. Bunlar;

Neden enerjimizin hepsini karbonhidratlardan temin etmiyoruz?
Neden yağ almamız gerekmektedir?
Karbonhidratlarla yağlar vücudumuzda birbirlerine dönüştüklerine göre sadece birini besinlerimizde almamız yeterli olmaz mı?
Hiç yağ yemesek daha yararlı olmaz mı?

Bu soruların tümünün kısaca cevabı; besinlerimizde mutlaka yağ olmalıdır. Vücudumuzda sentez edemediğimiz ve mutlak besinlerimizle almamız gereken yağlar da vardır. Bunlar elzem, yani esansiyel yağlardır. Bu lipidler doymamış sıvı yağlardır ve bitkilerden elde edilirler. Bunlar yapılarında çift bağ kapsarlar, özellikle besinlerimizde en önemli doymamış yağ linoleik asittir. Bunun yanında yağda eriyen vitaminlerin de alınabilmesi için bu vitaminleri kapsayan yağların besinlerimizde olmaları gerekir. Bu çok önemli iki nokta dışında; gıdamızda yüksek oranda karbonhidrat olması durumunda sindirimde çeşitli sorunlar oluşabilir. Besinlerimizdeki karbonhidrat oranlarının %55-60'in üstüne çıkarılması durumunda, ishal gibi sindirim sorunlarına sebep olabiliriz. Ayrıca, besinlerde yağın olması ile mide boşalması gecikir ve yağlı yiyecekler tokluk hissi verirler. Bu açıdan dengeli bir besinde günlük enerjinin %25-35'i yağlardan temin edilmelidir.
Fazla yağlı besinler ise, çok yüksek kalori alımı yanında, mide bulantısı ve gıdaya toleranssızlık doğururlar.

Vücudumuzdaki yağ dokusu enerji deposu olmaları yanında, deri altı yağ tabakası vücut ısısının kaybını önler. Organları çevreleyenler yağ dokuları da organlarımızı dış etkenlerden korurlar. Ayrıca hücre zarı gibi birçok yapılarımız protein, karbonhidrat ve yağların birlikte sentezlenmesi ile oluşurlar.

Unutulmamalıdır ki besinlerimizde fazla karbonhidrat ve yağ alınması, depo enerji oluşturulmasına neden olacak, kısaca şişmanlık ortaya çıkacaktır.
Yağ Çeşitleri, başlıca 4 grupta toplayabiliriz.

Bunlar trigliseritler (yemek yağları), fosfolipidler (yapılarında fosfor olan lesitin gibi yağlar), steroller (kolesterol) ve mumlardır (balmumu).

Kolesterol, hücrede ve vücut sıvılarında bulunur. Bu açıdan kolesterol konusuna kısaca değinilecektir. Kolesterol yiyeceklerle alınır ve aynı zamanda vücutta sentez edilir. Kolesterolün vücutta sentez yeri karaciğerdir. Vücutta sentez edildiği için yiyeceklerle alınmasının kısıtlanması tek başına kan kolesterol düzeyinin kontrolü için yeterli olmamaktadır. Normalde bir insanın kanının 100 ml'sinde 180-220 mg kolesterol vardır. Kolesterol düzeyinin kanda yükselmesi kalp ve damar hastalıklarının oluşmasında, özellikle damar sertliği, konusunda önemli etkenlerden biri olarak kabul edilmektedir. Kolesterol hayvansal yağlarda bulunur. Bitkisel yağlarda kolesterol yoktur.
Devamını Oku »

Karbonhidrat Nedir Karbonhidrat Cesitleri

Karbonhidratların Yapısı, Karbonhidrat Nedir Değerleri

Karbonhidratlar nelerdir; şeker, nişasta olarak tanımladığımız yiyecek maddeleridir. Yapılarında değişik oranda olmak üzere, karbon, hidrojen ve oksijen vardır. Karbonhidratları özellikle bitkilerden hazır olarak almaktayız. Hayvansal yiyeceklerdeki karbonhidratlar genellikle glikojen yapısında bulunur.
Karbonhidratların vücudumuzda başlıca önemli yanı enerji sağlamalarıdır. Karbonhidratlar vücudumuzun en önemli enerji kaynaklarıdır. 1 gram karbonhidrat ortalama 4 Kalori kilokalori verir. Günlük enerjinin % 55-60'ı karbonhidratlardan sağlanır. Bir günde 100-125 gram karbonhidratın alınması gerekir. Bu da enerjinin 400-500 Kalorisini karşılar.

Şekerler biyokimyasal yapılarına göre gruplandırılır. Tek, çift ve çoğul yapılı şekerler olarak adlandırılırlar. Bunlar;

Monosakkaritler (Monosakkarit): Basit şekerler, tek yapılı şekerler (Örnek; Glikoz: kan şekeri, üzüm şekeri, Fruktoz: meyve şekeri).

Disakkaritler (Disakkarit): Çift yapılı şekerler (Örnek; Sukroz (sakkaroz): şeker pancarı veya şeker kamışı şekeri, Laktoz: sütün içindeki şeker, Maltoz: tahıl ve baklagillerdeki şeker).

Polisakkarit (Polisakkaritler): Çoğul yapılı şekerler (Örnek; Nişasta: bitki tane, tohum ve yumrularındaki şeker, Selüloz: bitkilere destek görevi yapan insanların sindiremediği çoğul şeker, Glikojen: hayvan ve insan vücudunda olan karbonhidrat).

Birleşik karbonhidratlar (çoğul şekerler yapısındadırlar): Karbonhidratlarla proteinlerin birleşmesiyle oluşurlar. İnsan vücudu tarafından yapılırlar. Kan grupları olan A, B ve Rh bu tip birleşik karbonhidratlardır.

Karbonhidratların karbon, hidrojen ve oksijen moleküllerinin genellikle bitkilerde güneşten yararlanarak fotosentez yolu ile karbondioksit ve sudan oluşturulduğu bir yapıdır. Bu maddeleri bir arada tutan bağlarda enerji vardır. Dolayısıyla şeker molekül yapısı tekrar karbondioksit ve suya yıkıldığı zaman ortaya enerji çıkacaktır. Bu enerji miktarı 1 gram karbonhidratta 4 Kaloridir. Bitkiler her oluşturdukları şeker ile havadaki karbondioksiti alıp, oksijen vermekte böylece havayı temizlemektedirler.

Bir basit şeker kendi benzeri veya başka tip bir monosakkarit ile birleştiğinde disakkarit, ikiden fazla yapı ile birleştiklerinde polisakkarit olarak adlandırılır. Çok yapılı şekerler polisakkaritlerdir. Bu şekerlerin içine aminoasit gibi başka maddeler girdiğinde birleşik karbonhidratlar olmaktadır.

Glikozu, fruktozla birleştirdiğimizde oluşan şeker, sukroz diğer adıyla sakkarozdur. Sukroz şeker pancarından elde edilen ve kullanmakta olduğumuz şekerdir. Eğer iki glikoz birleşecek olursa elde edilen disakkarit, maltozdur. Süt şekeri ise, glikoz ve galaktoz adlı basit şekerlerden oluşmaktadır. Polisakkaritler (çoklu şekerler), dizi dizi değişik basit şekerlerden (monosakkaritlerden) oluşmaktadır.

Hücrelerimizde karbonhidratların enerjiye dönüştürebilmesi için bu şekerler monosakkarit şekline dönüştürülmelidir. Kısaca karbonhidratları bu amaçla, parçalar ve sindiririz. Böylece hücrelerimizde karbonhidratlar kullanılabilirler. Hücrede enerji, mitokondrilerde genellikle oksijen kullanılarak oluşturulur. Hücrede enerji olarak ortaya çıkan ATP'dir.

Ayrıca, gerektiğinden fazla karbonhidrat alındığı durumda şekerlerin bir miktarı glikojen olarak ancak çoğunluğu yağ olarak depo edilmektedir. Besinlerle aldığımız maddelerin belirli oranlarda dengede olması zorunludur. Fazla alım söz konusu olduğunda şişmanlık kaçınılmaz olacaktır.

Karbonhidratların besinlerimizde belirli bir dengede olması gerektiğinden, eğer besinde dengesiz oranda yağ, protein var ise bu durumda farklı oranda gıdalarla tüm besinin dengelenmesi gerekir. Proteinden zengin besinleri; karbonhidrat ve yağ ile, karbonhidrattan zengin gıdayı; protein ve yağ ile, yağdan zengin gıdayı; protein ve karbonhidratla dengelemeliyiz. Ancak bu dengede en yüksek oran karbonhidrat olmalıdir.

Unutulmamalıdır ki sindirilemeyecek ve hatta zararlı olan karbonhidrat tiplerinin verilmesi, yarar yerine zarar verecektir.

Basit ve çift şekerler tatlıdırlar. Ancak her bir şekerin tatlılık derecesi farklıdır. Meyve şekeri (fruktoz) pancar şekerinden tatlı iken, süt şekeri (laktoz) daha tatsızdır. Bu yapıdaki karbonhidratlar suda kolay erirken, nişasta gibi çoğul yapıdaki şekerler suda zor çözünürler. Ancak nişasta ısı altında pişirilecek olursa, parçalanarak çift ve basit şekerlere dönüşerek suda çözünürler.
Nişastanın su çekme özelliği (ozmotik basıncı) az iken, pişerek parçalanınca su çekme kapasitesi yüksek olan basit ve çift yapılı şekerlere dönüşür. Nişasta, suyu yapısı içine çekerek koyulaşır ve pelte şekline döner. Nişastanın üstüne iyot döküldüğünde mor renk alırken, piştikten sonra parçalara ayrıldığından mor renk oluşmaz.

Basit şekerler mayalandığında karbondioksit ve etil alkol oluşur. Üzümden şarap yapılması bu fermantasyon temeline dayanır.

Şeker ile proteinler bir arada uzun süre kaynatılacak olursa, aminoşeker oluşur ve sindirimi zorlaşır. Özellikle sütün fazla kaynatılması bu açıdan sakıncalıdır.
Devamını Oku »

Huzursuz Bacaklar Sendromu Teshisi

Huzursuz Bacak Sendromunda Bulgular

HBS'nin toplumda görülme oranı hakkında neler bili­niyor?

HBS'nin dağılımını, toplumda görülme yüzdesini içerir. "Prevalans" da denir. Bir toplumda, hastalığın belli bir sü­redeki görülme yüzdesidir. 1945'de Dr. Ekbom İsveç'de bu oranı yüzde 2,5-5 bulmuştur.
Dünya genelinde bu oran, yüzde 6-12,5 olarak kabul edilmektedir. Orandaki artma, değerlendirmelerin eskiden olduğu gibi doğrudan hasta-hekim ilişkisine değil, dolaylı olarak, telefon veya uzaktan soru formlarıyla saptanması­na dayanmasındandır. Hastalara ulaşma kolaylaşmıştır. HBS görülme oranının 60 yaş sonuna kadar arttığı görü­lür. Bu sonuç, olguların genellikle ileri yaşta çıkıp, devamlı seyir izlemesinden de olabilir.

Ailesinde benzer yakınmaları olan kişilerin bulunduğu HBS olgularının, yüzde 43'ünde belirtilerin 30 yaşından önce başladığı saptanmıştır.

Avrupa ve Amerika'da yapılan yeni prevelans çalışma­ları oranı yüzde 7,2 civarında bulunmuş ve hanımlarda er­keklerden fazla görüldüğünü desteklemiştir.

Türkiye'de, Mersin bölgesinde görülme oranı yüzde 3,1 bulunmuştur. Bu sonuç,
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı doktorları; Sevim S., Doğu O., Çamdeviren A. ve ça­lışma arkadaşları tarafından Türkiye'de yapılan ilk HBS prevalansı çalışmasıdır. Singapur'da yüzde 0,1-0,6 ve Ja­ponya'da ise 5-15 bulunmuştur.

HBS'nin hanımlarda görülme oranı erkeklere kıyasla fazladır. İsveç'de Dr. Ulfberg ve arkadaşları HBS'lilerin yüzde 6,1'ini erkek ve yüzde 13,9'unu hanım olarak bul­muştur

HBS tanı kriterleri nedir?

Yaşı nispeten ileri kişilerde (60 yaş ve yukarısı), genel­likle akşam ve gece uyku saatlerinde bazen de gündüzleri uzun süren dinlenme veya hareketsizlik hallerinde, uyanık halden uyuklama ve uykuya geçiş sürecinde, genellikle ba­caklarda ortaya çıkan duyu ve motor (hareket) bozukluk­lar görülmesidir. Geceleri, belirtilere bağlı sık uyanmalar ve yeniden her uyumaya geçişte belirtilerin tekrarlaması, kronik uyku kaybına (uykusuzluğa) sebep olan önemli bir faktördür.

A. Ana kriterler tanı koymak için birincil özelliklerdir. Bunlar;

1. Genellikle bacaklarda, karşı konulması güç, bacak­ların içinde hareket varmış gibi veya hareket ettirme dür­tüsü şeklinde duyu algılama bozukluğu (bacaklarda derin­lerde aktif bir şeyin hissedilmesi) ve bazen bunlara gene bacaklarda yeri tam gösterilemeyen ve ne cins olduğu (ağ­rı, sıcak-soğuk vb.) tam olarak tanımlanamayan (non-dis-crımınatıf), sübjektif rahatsız edici duyuların (parestezıle-rin) eşlik etmesidir.

Duyu bozuklukları, HBS olgularının 1/3 veya Vı'sinde ağrılı olabilir. Hastalar, birbirinden farklı olan ve yukarıda belirtilen bu iki örnek duyu algılama bozukluğunu ayırt edemez veya aralarında bir ilişki kuramaz. İkisini birden tanımlar.

Duyu algılama bozukluğu, bacaklarda derinde -kemik­ler düzeyinde- algılanır. Bazen kollarda, nadiren yüzde de görülebilirse de bacaklarda her zaman hakimdir. Hastala­ra, "şikâyetlerin nerede" diye sorulduğunda, genellikle ba­caklarını gösterirler.

2. Belirtilerin 24 saat içinde (sirkadiyen olarak) akşam ve gece saatlerinde belirgin iken sabaha karşı kendiliğin­den düzelme gösterip gündüzleri olmaması.
3. Semptomların (belirtilerin) uzun süren istirahat veya hareketsizlik hallerinde de başlaması veya şiddetlenmesi. İstirahat uzadıkça, semptomların çıkışının daha da kolay­laşması.
4. Yataktan kalkma ve yürümekle belirtilerde kısa sü­reli, geçici de olsa düzelme olması tanıda önemlidir.

Hareket ettirme dürtüsü algılaması ve rahatsız edici duyular, bedeni germe ve hareketle-ayağa kalkıp dik pos-türde (duruş), iki ayak üstünde yürümeyle kısmen, geçici olarak düzelir. Motor aktivite devam ettikçe belirtilerde düzelme sürer. Bu düzelme her zaman tam değildir ve has­talar duyuların sadece bastırıldığının farkındadır.

Yukarıdaki dört kriterin hepsinin birlikte bulunması tanı için esastır. Birinin bulunmaması tanıya şüphe getirir. Kriterler, tanı koymada yüzde 90 oranında yeterli bulun­muştur.

B. Tanıyı destekleyen diğer özellikler:

Gerekli olmasa da aşağıdakilerin bulunması, şüpheli olgularda tanıyı güçlendirir.

1. Aile öyküsü: HBS'li hastanın birinci derece akraba­larında benzer yakınmaların görülmesi ailesinde HBS'li ol­mayan hastalara göre üç-beş kez fazladır. Hastaların yak­laşık yüzde 65'inde ailevi oluş saptanmıştır.
2. Dopaminerjik ilaçlara cevap: HBS'li hastaların he­men hepsi düşük dozdaki 1-dopa veya dopaminerjik ilaçlara başlangıçta olumlu cevap verir. Bu da tanıyı destekleye­bilir.
3. Periyodik bacak-kol hareketleri: Çoğunlukla bacak­larda daha sık, genellikle uykuda, bazen de uyanıkken is­tem dışı çıkan, bacakların ikisinde birden ani sıçrama ha­reketleridir. Devamı dakikadan saatlere sürebilir.

C. HBS'nin birlikte olması olası klinik tablolar:

1. Demir eksikliği anemisi (kansızlık), gebelik ve son dönem böbrek hastalığında HBS belirtileri çıkabilir. Kan­da demir düzeyi saptanması uygun olur.
2. Uyku bozukluğu olup-olmadığı mutlaka sorulmalı­dır. Uykusuzluk, hastaların en önemli yakınmasıdır. Hafif şiddetteki olgularda, uykusuzluk önemli olmayabilir. HBS dışında, yani birlikte psikofizyolojik (gerilim veya sıkıntı­ya bağlı) uyku bozukluğu da çeken HBS olguları olabile­ceğini de unutmamak gerekir.
3. HBS'li hastalarda nörolojik muayene genellikle nor­maldir. Tanıda, bütün gece uykusu elektroensefalografisi (EEG) çekilmesi şart değildir. Özel laboratuvar incelemele­rinin tanıda katkıları yoktur. HBS tanısı, hastanın öyküsü ve yukarıdaki kriterlere göre konur.

Duyu belirtilerini tanımlamak için hastaların kullandığı deyimler nelerdir?

Hastadan hastaya değişebilir; hoş olmayan duyular, da­marlarda kurtlar veya böceklerin dolaşması, yahut da kolalı içecek köpürmesi sesi, deri altında kaşıntı, bacaklar­da delirme, elektrik akımı geçiyor hissi gibi. Kemik düze­yinde diş ağrısı kadar şiddetli ağrı, çekilme, yırtılma, ka­şınma hissi, bacakları mutlaka hareket ettirme dürtüsü al­gılaması vb.

HBS'de duyu belirtilerinin bazı olgularda ağrılı olması­nın nedeni biliniyor mu?

Bu yön, tam olarak bilinmemektedir. Hayvan çalışma­ları, dopaminerjik hücreler üzerinde DA reseptörlerinden (dopamini salan organeller) başka, morfin cinsi madde-en-dojen morfin salan morfin reseptörlerin de bulunduğunu göstermiştir. "Mu" tipi morfin reseptörlerinin HBS'de et­kili olabileceğini belirtmiştik. Dopamin sinir ağı çıkışların­da dopamin ve endojen morfin reseptörlerinin yan yana yerleşik olması ve bazen birlikte salınım yapmalarının amacının, dopaminin postsinapik (etki yaptığı en yakının­daki hücreler) etkisini artırmak ve gerektiğinde ağrı kon­trolünde de katkıda bulunmak olduğu düşünülmektedir.

HBS olgularının ağrılı olanlarında, dopamin iletisinde yetersizliğe neden olan ve ileride anlatacağımız gen açılı­mının (HBS'nin genetik bir hastalık olduğuna değinilecek­tir) kendini ağrılı ifade etmesi HBS olgularında etkenin yalnız dopamin reseptörlerini değil, aynı nöronların mor­fin reseptörlerini de görev kusuruna uğratmasına bağlana­bilir.

Morfin cinsi ilaçların HBS tedavisindeki rolü halen önemini korumaktadır.

HBS'de Periyodik Bacak-Kol Hareketleri (PLM) hak­kında neler biliyoruz?

Uykuda (sleep) çıkanlarına PLMS ve uyanıkken {ıvake) görülenlere PLMW adı verilir. HBS'li hastaların yaklaşık yüzde 82,5'inde veya daha fazlasında uykuda PLMS görü­lür. Ayrıca yaşlılarda, uyku bozukluğu çekenlerde, santral sinir sistemine etkili ilaç alıp ani kesenlerde ve Parkinson hastalarında da PLMS görülebilir. Bu nedenle PLMS'ler HBS'ye özel (spesifik) değildirler. PLMS bulunup-bulun-madığı yönünden hasta ve ailesine sorularak fikir edilinebilir. PLMS'ler, bütün gece uyku EEG'si çeken polisomnografı (PSG) cihazıyla kaydedilebilir. Alt bacakların ön yüz kasları {tibialis anterior) üzerinde deriye iki yanlı ya­pıştırılan yüzeyel elektrotlarla, bacak hareketleri de EEG kağıdına kaydedilebilir. 90 sn.'den az sürelerde tekrarlar­lar. En az dört tanesi arka arkayadır, dakikadan saate ka­dar değişen sürelerde (epizod) tekrarlarlar.

PLMS kaydını ilk kullanan İtalyan hekim Lugaresi ol­duğu halde (1965), Amerika ve dünyada rutin kullanımı Amerikalı Dr. Collemann'dan sonra (1980) olmuştur.

Kendiliğinden veya başka bir hastalık eşliğinde (sekon-der) çıkan HBS olgularının ayırımı nasıl olur?
Belirtilerin bir neden olmadan kendiliğinden çıktığı ol­gulara, nedeni bilinmeyen anlamında "primer", muhtemel tetikleyici nedeni bilinenlere "sekonder HBS olguları" de­nir. İki grup hastada da belirtiler aynıdır.

Primer HBS olgularında ailevi oluş ağır basar; 30 yaş altında başlar ve seyri devamlılık gösterir. İleri yaşta başla­yan olgularda genellikle ailevi yön açıkça ortaya kona­maz.
Devamını Oku »

Huzursuz Bacak Sendromu Nedir

Huzursuz Bacak Sendromu Nedir?

Huzursuz Bacaklar Sendromu (HBS) gösteren hastalar­da yakınmalar, genellikle akşamları dinlenme ve gece uyku saatlerinde başlar. Hastalar çoğunlukla bacaklarda, genel­likle dizlerle ayak bilekleri arasında "bacakları hareket et­tirme dürtüsü" şeklinde duyu bozukluğu algılarlar. Bazı hastalarda buna bacaklarda rahatsız edici uyuşmalar (paresteziler) de eklenir. Bu duyu belirtileri uyku başlangıcın­da, uykuya geçişte çıktığı gibi uykudan da uyandırabilirler. Duyu belirtilerine zaman zaman, daha çok bacaklarda gö­rülen motor bozuklar (hareket artması) eklenir. Bunlar, bacaklarda periyodik hareketler olup, sıçratıcı-atmalar tarzındadır. Anlatılan duyu ve motor belirtilerin gece için­de tekrarlayıcı karakteri, uykudan uyandırıp dolaşmalara yol açması, uykusuzluğa ve zamanla bunun kronikleşme­sine (devamlı olmasına) varır. HBS, önemli bir uyku bo­zukluğu nedenidir. Hastalar çoğu kez uykusuzluk nedeniy­le doktora başvururlar.

ilk HBS olgusuyla ne zaman karşılaştı­nız?


1978 yılında, yani uzun yıllar önce ilk hastamla karşılaştığımda bu sendromun adını bile duymamıştım. Doğal olarak tanısını da koyamadım. O zamanlar yukarıda bugünkü bilgilerimizle yaptığım ta­nımlamadan, çoğumuzun haberi olduğunu sanmıyorum. Hastayı bana gönderen doktor arkadaş bacaklardaki is­temsiz sıçrama hareketlerine bakarak sara (epilepsi) ilaçla­rı kullandığını, ancak hastanın bundan yararlanmadığını, uykusuzluğun nedeni için bütün gece uykusu elektroense-falogramı (EEG) çekmemi istiyordu.

50 yaşında erkek hasta, yirmi beş yıldır şikâyetleri olan kıdemli bir subaydı. Annesi ve kız kardeşinin de benzer yakınmaları varmış. Her gece, geç saatlere kadar şikâyet­leri nedeniyle uyuyamayan aile bireyleri, ev içinde dolaşır ve sonunda her biri oda içinde ayrı köşelere kıvrılır, sızarlarmış. Diğer bir deyimle, ayrı uyku köşeleri varmış. Uyu-yamamak temel şikâyetleriymiş.

Huzursuz Bacaklar Sendromu

Uykusuzluk, ailevi oluş, geceleri bacaklarında atmalar ve bunların sara tedavisinden yararlanmaması tanı koy­mak için yeterli değildi. Epilepsili olmadığı da anlaşılıyor­du. Hastayı izlemek için geceleri Gülhane Askeri Tıp Aka­demisi (GATA-Ankara)'nde ana bilim dalı başkanı olarak Nöroloji Kliniği'ne geldiğimde gözlemlediğim iki tabloyu unutamıyorum:

Birincisi, hastanın karyola yatağını yere serip dizleri üzerine çökmesi, bir eliyle ayak bileğini, sırt tarafına doğ­ru geriye bükmesi (hiperfleksiyon hali), diğer eliyle baldır kaslarını yumruklaması, ızdıraplı yüz ifadesi, bacakların­da onu rahatsız eden bir şeyler olduğunu hatırlatıyordu. Neden bacaklarına vurduğunu sorduğumda, duyu belirti­lerine nispeten iyi geldiğini ve evinde "et tokmağıyla" vur­duğunu söyledi.

İkincisi ise bazı geceler eşiyle birlikte geç saatlere kadar bezik oynar görmem ve bezik sayı kayıt tahtasının "tak tuk" sesleriyle karşılaşmamdı. Askeri hastane kurallarına ters düşen bu hale, hasta "belirtilerin çıkışını engelliyor, bana iyi geliyor" dediği için susuyordum.
Bugün, yukarıda anlattığım iki davranışın da hastanın kendisini uyanık tutmak veya uykuya geçişi engellemek için olduğunu anlamış bulunuyorum. Çünkü hastalık be­lirtileri akşamları ve özellikle geceleri uyku saatlerinde gö­rülüyor ve sabaha karşı kendiliğinden düzeliyordu. Gün­düzleri uyanıkken, hemen hemen rahattı. Hasta âdeta gündüz halini yakalamak istiyordu.

1969 baskılı geniş hacimli bir İngilizce nöroloji ders ki­tabında Restless Legs Syndrome (RLS) "Huzursuz Bacak­lar Sendromu" adında tanıya rastladım. O güne kadar RLS adını hiç duymamıştım. Kitap, "sinirsel ağrılar ve si­nir iltihapları" bölümünde birkaç satır içinde HBS'den bahsediyor ve başvuru kaynağı olarak İsveçli Dr. Kari Ek-bom'un 1945 yılındaki yayınını gösteriyordu. Bugün HBS için "Sinir Hastalıkları" kitaplarında sayfalar içeren ayrı bir bölüm bulmak mümkün.

Huzursuz Ayak

Dr. Ekbom, sendromu yeterli sayıda olguda incelemiş, özellikle bacaklarda görülen duyu belirtilerine göre hasta­ları; uyuşmalı (parestetik) ve ağrılı (aljik) olarak iki tipe ayırmıştı.

Dr. Ekbom'un 1945'deki yayınından öğrendiklerimi kısaca özetlemek gerekirse; hastalık belirtilerinin ilk kez, 1672 yılında İngiliz Hekim Sir Thomas Willis tarafından gözlendiği anlaşılıyordu. O çağda "her derdin nedeni pis kandır" kuramı geçerli olduğu için tüm şikâyetlerin teda­visinde genel olarak hastalardan bol kan alınmasının muhtemelen, HBS olgularının belirti verip, göze batışında rol oynadığı anlaşılmaktadır. Çünkü demir eksikliği ane­misi (kansızlık) bugün dahi HBS'nin önemli tetikleyici ne­denlerinden biri olarak bilinmektedir. Enteresan olan, ay­rıca gene o dönemde HBS şikâyetlerinin "morfin" cinsi ilaçtan da yararlanmasıydı.

Morfin cinsi ilaçların bağımlılık yaptığı Amerika'daki Kuzey-Güney savaşından sonra kesin anlaşıldığından, bü­tün dünyada kullanımları sınırlandırılmış ve HBS'li hasta­lar için bir tedavi imkânı kalmamıştı.

Durumu hastaya anlatınca ne yaptı? Yirmi beş yıldır derdine çare bulunamaması nedeniyle çok üzüldü. Belirtiler ve uykusuzluk şiddetli idi. İntihan dü­şündüğünü söyledi. Bunun üzerine "tıp nadiren tedavi eder, ama her zaman teselli eder" tıp kuramından hareketle ken­disine bir teklifte bulundum: Sinir hastalıklarının tedavisin­de kullandığımız, bilinen ve merkezi (santral) sinir sistemi­ne etkili ilaçları sırayla tek tek deneyip, kendisine nispeten yararlı olanı bulmayı sınamak. Hemen kabul etti. Sırasıyla, sara tedavisinde kullanılan (dört ayrı grup ilaç), depresyon (karamsarlık) ve sıkıntıya karşı (üç ilaç), kas gevşetici (iki ilaç), ruh hastalıklarının tedavisinde kullanılan (bir ilaç) ve Parkinson hastalarında kullanılan 1-dopa'yı ayrı ayrı ve de­ğişik dozlarda gece yatmadan bir saat önce aldı. Bir ilaçtan diğerine geçildiğinde, iki ilaç arasında etkileşim olmaması için bir hafta ara (önceki ilaçtan arınma periyodu) bırakıl­dı. Bu uygulamalar, hastanın arada taburcu olup geri gelme dönemleri de sayıldığında bir yıldan fazla sürdü.

18 Nisan 1980 gecesi, hasta 125 mg. 1-dopa + bensera-zide ile (Parkinson hastalarının tedavisinde kullanılan bir ilaç) iki saat, ertesi gece aynı ilacın 250 mg. ile dört saat şikayetsiz uyudu. Tüm gece rahat ve şikayetsiz uyuması için ilacın dozu gece saat 12 de 250 mg. ve sabah 5'te de 125 mg. yani gecede toplam 625 mg. yapıldı ve bu doz hastanın şikâyetlerini tama yakın düzeltti.
İlaç, Parkinson hastalarında, "Dopamin (DA)" denilen ve bedende eksik üretilen ileti maddesinin yetersizliğini ye­rine koymakla etkili oluyordu. 1-dopa'ya benserazide eklenmesinin nedeni, 1-dopa'nın etki yapacağı beyin bölgesi­ne ulaşamadan bağırsaklarda ve bedende değişik yerlerde parçalanmasını engellemekti. Böylece, 1-dopa'nın ekono­mik kullanılması sağlanıyordu.

Hastamızda elde edilen sonuç; HBS'nin de Parkinson hastaları gibi vücuttaki normal ileti maddesi dopaminin yetersiz salınmasından ileri gelebileceğine işaret ediyordu.

Diğer yandan, ruh hastalarının tedavisinde kullanılan ve "dopamin" isimli ileti maddesini (transmitter) aşırı sa­lan nöronların-dopamin hücre gruplarının reseptörlerinin DA salgılamaları ve bunları bloke eden ilaçların (nörolep-tikler) varlığı ve HBS'yi artırmaları 1950 yılından beri bili­niyordu.

Bu sonuç hastayı ve sizi nasıl etkiledi?

Hasta çok memnundu. "Etekleri zil çalıyor" denir ya, öyle. Ben ise hem ümitli hem de şaşkındım. L-dopa'nın sendroma iyi etkisi, yeni HBS olgularında da gözlenmesi gerekiyordu.

1980'de bir olgu, onu izleyen iki yıl içinde aynı tanıda beş olgu topladım. Bu dört yeni olgu, ailevi özellikler gös­teren ve belirtileri şiddetli olan ilk olguya göre HBS yakın­maları bakımından daha hafif-orta derecede idi ve olgusu­na göre gece yatmadan önce 125 mg. veya 250 mg. 1-dopa + benserazide tedavide yeterli gelmişti.

HBS hastalarında 1-dopa'nın iyi gelmesi yanında, 17. asırda hastaların tedavisinde morfin cinsi ilaçtan yararlan­ması dikkatimi çekmişti. Bu nedenle beş hastada 1-dopa'yı yavaş yavaş keserek, ayrı dönemde gece yatmadan bir saat önce 30-120 mg. kodein sülfat (morfin cinsi ilaç) verdim. Hastalar kodeinden de yararlandılar. İlk hastamdan, 1-do-pa'yla kıyaslamasını istediğimde, 1-dopa'nın kodeinden daha etkili olduğunu söyledi.

Beş olguyu tamamlayınca yurt dışında yayınlama nasıl oldu?

Noropsikofarmakolojik ilaçlar ve bunların beynin EEG ile ölçülen fonksiyonlarına etkileri konularındaki bir mik­tar bilgi birikimim nedeniyle 1-dopa'nın HBS'deki etkisinin yeni bir bulgu olabileceğini düşünerek, ilacın beş olgudaki etkisini nöroloji dalının önemli mecmuası Neurology der­gisine (yeşil dergi) neşredilmek ümidiyle yolladım. Aldığım cevapları faydası olabileceğini umarak anlatmak isterim:

Derginin iki ayrı bilimsel komite üyesi şöyle diyordu: Birincisi, "olgu sayısının az olduğunu, plasebo (görünümü esas ilaç gibi ama içinde etkin madde yerine mesela şeker konmuş) kontrollü bir çalışma olmadığını, hastalara ayrı­ca kodein verildiğini, morfin cinsi ilaçların her şeye iyi gel­diğini" yazıyordu. İkinci kritikçi ise benzer fikirlerden sonra, "1-dopa'nın, hastalığı tetikleyen yerde (veya hasta­lık odağında) etki etmeyebileceğini eklememin doğru ola­cağını" söylüyor, o da yayını reddediyordu. Diğer bir de­yimle "ilaç, hastalık odağında (patolojinin olduğu yer) de­ğil de ondan uzakta eksikliği yerine koyuyor olabilir" de­memi istiyordu. Bunun ne demek olduğunu ileride daha iyi anlayabiliriz.
HBS'nin uyku bozukluğu yapan önemli bir neden ol­duğunu vurgulayarak aynı yazıyı bazı değişikliklerle Arc of Neurology isimli diğer önemli bir nöroloji dergisine yolladım. Hemen kabul edildi ve tıbbi literatürde öncelik aldı (1982).

1987'ye kadar on altı olgu topladımz. Neden yayınını­zın başlığını "HBS'nin dopaminerjik ilaçlarla tedavisi" olarak değiştirdiniz?

Huzursuz Ayak Sendromu

On altı olguluk HBS serisinin tedavisini tamamlayınca Clinical Neuropharmacology dergisine yolladım ve 1987'de yayınlandı. Bu seride on üç olgu 1-dopa + bense-razide ile plasebo karşılaştırılmalı olarak incelenmiştir. Ge­ri kalan üç olgudan ikisi hipotiroidili HBS olguları olup, yan etki olarak aşırı bulantı-kusma yaptığından 1-dopa'yı kullanamadılar. Onun yerine dopamin gibi etki yapan başka bir ilaç bromocriptine (hanımlarda bebeği sütten kesme ilacı olarak bilinen) alabildi. Geri kalan bir hasta ise pribedil (dopaminerjik etkili vazoaktif-damarlara etkili bir ilaç olarak takdim edilen) kullanmıştır.

Bu son ilaç başka bir hekim tarafından o hastaya daha önce verilmiş ve HBS belirtileri hafif derecede iken yeterli olmuş. Bize geldiğinde belirtileri artmıştı. Pribedil'in dozu­nu artırmak semptomları giderdi. Pribedil de bromocrip-tin gibi dopamin etkisi yapan (dopaminerjik) bir ilaçtı. Bu nedenle makalenin başlığını daha geniş anlamda "HBS'nin dopaminerjik (dopamin gibi etkili) ilaçlarla tedavisi" olarak belirttim. Bu deyim, 1987'de HBS tedavi­sinde ilk kez kullanılıyordu.

Bu on altı olguluk HBS tedavisi nörolojiye neler kazan­dırdı?

L-dopa, dopaminin ön maddesi olup, ağızdan alındık-dan sonra ilaç, DA hücresi içinde dopamine dönüşür. Do­paminerjik ilaçlar ise hücre içi işlem görmeden etki yapa­cağı DA hücre reseptörüne dopamin gibi bağlanır.

Her iki örnek ilaç uygulamaları, HBS tedavisinde bize yeni gözlemler kazandırdı. Şöyle ki ailesinde de benzer şi­kâyetleri olan ilk HBS'li hastada günlük 625 mg.'lık 1-do­pa tedavisi yaklaşık iki yıl süreyle başarılı kaldı. Bu süre sonunda sabah uyandıktan sonraki saatlerde HBS belirti­leri çıkmaya başladı. Gece uykuda görülen periyodik ba­cak hareketleri (çoğunlukla bacaklarda sıçrayıcı hareket­ler) gündüz sabahlan uyanıkken ve daha şiddetli olarak görülüyordu. Uyanıkken bacaklarda çıkan sıçramalara, duyu belirtileri de eşlik ediyordu. Bunun 1-dopa dozunun bir yan etkisi olduğunu düşündüm. L-dopa'yı 125 mg. dü­şürüp yerine 2,5 mg. bromocriptine tablet koyulduğunda, sabahları görülen belirti çıkışları kayboldu. Sonuçta hasta­ya 500 mg. 1-dopa + benserazide'a ek olarak 2 tablet (5 mg.) bromocriptine vermek gerekti.

HBS olgularında, 1980'den 1996 yılına kadar (yakla­şık on altı yıl sonra) 1-dopa uygulamalarında bu örnek yan etkiler (semptomların gece yerine sabah veya öğleden son­raları ve daha şiddetli çıkması) görülmüştür. Dr. Ailen ve Earley tarafından bu duruma "augmentation" adı veril­miştir. Anlamı, 1-dopa tedavisinin zamanla bir yan etki olarak belirtilerin gündüz saatlerinde ve eskisinden daha şiddetli çıkması demekti. 1984 yılında bunu ilk gözlemle­yen olduğum halde, HBS- 1-dopa ilişkisinde yeni bir yan etki olduğunu anlayamamıştım.

O zaman uyguladığım l-dopa'yı azaltıp dopaminerjik bir ilaç eklemek halen de geçerli. Günümüzde "ogmentasyon"un, kullanılan ilacın vücutta zamanla birikim yapma­sından ileri geldiğini biliyoruz.
Devamını Oku »

Hastaya Evde İlac Tedavisi Organlarin Temizligi

Hastaya Evde İlaç Tedavisi, Hastanın Organlarının Temizligi
Gargara ve damlalar hem temizlik hem de tedavi için kulla­nılır. Bu nedenle kullanılacak araç ve gereçler kaynatılarak de­zenfekte edilir. Gargara yapılacak madde genellikle su ile su­landırılır. Damlalar, damla şişesi sıcak bir banyo içine konu­larak inceltilir ve damlatma kolaylığı sağlanır.

Gözün yıkanması: Yatağı ıslatmamak için başın altına bir muşamba örtü serilir. Hastanın başı yana çevrilir ve gözün hi­zasına bir kap konur. Gözkapakları iki parmak yardımıyla ha­fifçe açılır ve yıkama suyu 10 cm. yükseklikten gözpınarına akıtılır. Sonra göz bir pamukla hafifçe silinir.
Gözün bu şekilde yıkanması gözkapağı iltihaplarında uy­gulanır. Göz yıkanırken, yıkama suyu uzaktan ya da doğrudan gözün üstüne akıtılmamalıdır.

Göz banyosunun uygulanması: Göz banyoları için özel ya­pılmış camdan fincan vardır. Baş öne doğru eğilir, banyo fin­canı göz çukuruna yerleştirilir. Banyo yerinden oynatılmadan baş arkaya doğru yatırılır. Gözkapakları açılıp kapatılırken, göz daire çizecek şekilde hareket ettirilir.

Göze ilaç damlatmak: Baş arkaya doğru yatırılır. Alt göz­kapağı parmakla hafifçe çekilir. Hastaya yukarı bakması söy­lenir ve damla gözkapağının iç kesimine damlatılır.

Göze merhem sürmek: İnce bir cam çubuğun ucuyla mer­hem alınır. Alt gözkapağı parmakla hafifçe çekilir ve çubuk gözkapağının iç kesimine yerleştirilir, sonra gözkapağı par­makla hafifçe bastırılarak cam çubuk geriye çekilir. Göz merhemleri bugün sivri uçlu tüplere konmakta ve gö­ze kolayca sürülmesi sağlanmaktadır.

Göze sürülen merhemin dağılmasını sağlamak için iki par­makla kapalı gözkapaklarına hafif hafif masaj yapılmalıdır.

Burnun yıkanması: Eskiden bütün burun zarı iltihapların­da uygulanan bir yöntemdi. Artık bu yöntem kullanılmamak­tadır; çünkü burun yıkanırken basınçlı sıvı alın, yanak boşluk­larına ve kulağa kadar gidebilmekte ve o bölgelerde iltihaplan­malara neden olabilmektedir. Özellikle, nezle ve grip vakaların­da burnun yıkanması oldukça tehlikeli sonuçlar doğurmak­tadır.

Buruna ilaç damlatmak: Nezlelerde, burun kanamalarında ve burun yaralarında çeşitli damlalar kullanılmaktadır. Burun iyice temizlendikten sonra baş arkaya doğru yatırılır, parma­ğın ucu ile burun hafifçe yukarı kaldırılır ve ilaç damla ha­linde iki burun deliğine de damlatılır. Damlaların çoğunluğu sümük bezlerindeki şişlikleri gidereceği için hastanın soluk al­ması kolaylaşır.
Yağlı damlalar mikropların yuvalanmasına, efendrinli dam­lalar da etkileri geçtikten sonra burnun fazla tıkanmasına ne­den olduklarından, doktorlar nezle vakalarında tuzlu suyu ter­cih etmektedirler.

Kulağın yıkanması: İltihabın, kulak kirinin temizlenmesi ve kulağa kaçan yabancı maddenin çıkartılabilmesi için doktor ya da uzman tarafından kullanılan bir yöntemdir. Kulak özel bir şırınga ile yıkanarak temizlenir. Yıkanmadan sonra hasta rahatlar. Yıkama sırasında hiçbir acı duyulmaz. Bilinçsiz ola­rak hiçbir zaman kulak yıkanmamalıdır.

Kulağa ilaç damlatmak: Kulak damlaları dış ve ortakulak iltihaplarında kullanılır. Kulak hastalıklarında merhem ve özel pudra da kullanılır. Hasta, sağlam kulağının üstüne yatar, ku­lak kepçesi hafifçe öne doğru çekilir ve damla damlatılır. Dam­lanın kulak yolundan gitmesini sağlamak için kulakmemesi yukarı doğru çekilir. Sonra bir pamukla kulak yolu tıkanır. İlacın iyice işleyebilmesi için hasta 5-10 dakika süreyle sağlam kulağının üstüne yatmalıdır.Kulağın kuru tedavisinde, kulak dikkatlice yıkandıktan sonra kurulanır ve kulakyolu içine özel toz üflenir.
Devamını Oku »

Hasta Temizligi Hastanin Vucud Bakimi

Hasta Temizliği, Hasta Vücut Bakımı, Hasta Temizleme
Hasta bakımı bir sanat, aynı zamanda bir bilimdir. Hasta ba­kımında pratik bilgiler ve yapılacak işler ancak eğitim yoluyla öğrenilebilir. Eğitimle öğrenilmesi çok güç olan anlayış ve du­yarlık kişinin kendisine özgü yeteneklerdir ve böyle kişiler çok iyi bakıcı olabilirler. Bu yeteneklerden yoksun kişiler de gerek­li çabayı gösterdikleri takdirde başarılı olabilirler. Hastanın rahatını sağlamak ve doktoru hoşnut etmek bir bakıcının ama­cı olmalıdır. Çünkü, iyi bakılmayan hastalarda bakımsızlıktan doğabilecek ikincil hastalıklar ortaya çıkabilir.

Hastanın vücud temizliği, Ameliyat Sonrası hasta bakımı
Hastanın vücut temizliği ve bakımına gereken özen gösterilme­lidir. Temizlik, hastanın sağlığı için olduğu kadar hastayı ra­hatlatmak ve yeniden yaşama bağlamak yönünden de önemli­dir. Ağır hastalar bile temizlendikten sonra kendilerini daha iyi ve rahatlamış hissederler. Her şeyden önce, hastaya bakmakla yükümlü olan kişinin kendi temizliğine özel bir özen göster­mesi gerektiği unutulmamalıdır.

Hastanın temizliği: Sabahleyin yüzünden başlamak üzere sırayla hastanın elleri, kolları, göğsü, koltuk altları, karnı, sır­tı, bacakları ve cinsel organları sabunlu bir bezle ya da sünger­le iyice temizlenmelidir. Hasta hareket edebilecek durumdaysa, el ve ayak tırnakları ile cinsel organlarını kendisi temizleyebilir. Temizlik tamamlandıktan sonra hastanın sırtı alkolle ya da kolonya ile silinip pudralanmalıdır. Hasta yıkanırken, su­yun sıcaklığı hastanın isteğine göre ayarlanmalı, suyun soğu­ması önlenmeli ve vücudun her bölümü ayrı ayrı sabunlanıp durulandıktan sonra hemen kurulanmalıdır. Bu yıkanma şekli sırasında yıkanmayan vücut bölümlerinin örtülü olmasına dik­kat edilmelidir. Akşamları yalnız ellerin, yüzün ve sırtın temiz­lenmesi yeterlidir. Erkek hastalar, eğer hastalıkları çok ağır değilse, tıraş olmalı ya da edilmelidir.

Ağız ve diş temizliği: Özellikle ağız ve dişlerin temizliği hastanın canlanmasını ve ferahlamasını sağlar. Dişler sabah ve akşam, diş fırçası ile iyice temizlenmelidir. Ağız kokularının önlenmesi için ağız günde birkaç kez dezenfektan bir suyla çalkalanmalıdır. Dil üzerinde paslanma varsa, temiz bir tahta spatula ile pas temizlenmelidir. Takma dişler de fırçalandık­tan sonra geceleri temiz bir bardak suyun içinde korunmalıdır.

Dudaklar: Aşırı ateşli hastalıklarda, ateş dudakların ku­rumasına ve çatlamasına neden olur. Her yemekten sonra du­dakların temizlenerek kremlenmesi uygundur. Burun delikle­rinin de aynı şekilde temizlenmesi gereklidir.

Saçların bakımı: Saçların sabah akşam, düzgün olarak ta­ranması gerekir. Ağır hastaların saçları, hasta yan yatırılarak önce bir tarafı, sonra öteki tarafı taranabilir. Saçlar hiç değil­se haftada bir kez yıkanmalı ve uzun süreli hastalıklarda saç kesimi yatakta yapılmalıdır.

Giysiler: Genellikle hastalar yalnız gecelik giymelidir. Ka­dınlar, geceliğin üstüne ince bir lizöz giyebilir. Yatan hasta, du­rumu ne olursa olsun çorap ve külot giymemelidir. Hasta giy­sisi, vücudun hava almasını önleyecek cinsten olmamalı ve has­tayı terletmemelidir. Ağır hastalara sırtı açık ve belden bir ku­şakla bağlanan gecelik giydirmelidir. Hastanın terlemesi ha­linde, hem gecelik hem de yatak çarşafı 24 saat içinde birkaç kez değiştirilmelidir.

Havalandırma: Güneş, ışık ve temiz hava hastayı canlan­dırır ve hastanın yaşam gücünü artırır. Aynı zamanda, bu üç faktör hastalıkların başlıca dostudur. Ancak, hasta odası havalandırılırken, cereyan olmamasına dikkat edilmelidir. En iyi­si, hasta odadan çıkartıldıktan sonra odanın havalandırılmasıdır.
Devamını Oku »

Hasta Bakim Teknigi Hasta Bakiminda

Aile İçindeki Hasta, Hasta Bakım Planı, Hasta Bakımında

Hasta, yardıma gereksinme duyan bir kişidir. Bu nedenle, has­taya bakacak olan aile bireyinin ya da bireylerinin belirli konularda bilgili olması gereklidir. Üstelik, hastayı tedavisine alan doktor da hastasının iyi, gerektiği gibi bakılmasını ve bir dok­tor olarak, isteklerinin eksiksiz ve kusursuz yerine getirilmesi­ni ister. İşte bu nedenlerle, doktorun isteklerinin aile bireyleri tarafından normalin üstünde bir anlayış ve özenle yerine geti­rilmesi gerekir. Hasta, nasıl evini ve ailesini bırakıp bir has­taneye gitmek istemezse, aile bireyleri de hastasını hastaneye yatırmak istemez, çünkü bu, her iki taraf için de gerçekten üzücü olur.

Hastanelerde her hasta için ayrı özel bir bakıcı bulu­namayacağından, kurtulması olanaksız bir hasta en güç dö­nemlerini aile ortamında çok daha kolay geçirir. Ancak, has­tanın, evde bakılması olanak dışıysa, bir hastaneye yatırılması salık verilir.

Ailede hastaya bakacak kişi, Hasta Bakım Tekniği

Hasta bakımı, üzerindeki bilgileri yetersiz bile olsa, aile birey­leri hastanın asıl bakıcıları niteliğindedir. Duygusal yetenek­leri nedeniyle, kadınlar, bir hastanın bakımına erkeklerden çok daha yatkındırlar. Özellikle, bir anne dayanıklılığı, titizliği ve karşısındakine vereceği güven nedeniyle, aile bireyleri ara­sında hastanın bakımını yükümlenecek en uygun kişidir. Ta­bii, aile bireyleri de hasta bakıcılığı niteliğine bürünen anne­ye yardımcı olacaklardır. Bir hasta bakımı için biraz pratik bilgi sahibi olmak ve alınacak gerekli önlemleri bilmek yeter­lidir. Bu bölümde, hastaların durumlarına açıklık kazandıra­cak gerekli ve yeterli bilgiler verilecektir.

Doktor

Hasta, doktordan yardım ve öğüt bekler. Hasta, doktor teda­visi aracılığıyla tekrar eski sağlığına kavuşmak ister. Hasta­nın tekrar eski sağlığına kavuşması, doktorla hasta arasında­ki karşılıklı güven ve iyi ilişkilere bağlıdır. Başarılı bir doktor, iyi bir sosyal eğitim görmüş kişidir. Doktor, yaşamının büyük bir bölümünü hastalarına ayırır, onların acılarını ve duygula­rını paylaşır. Buna karşılık bir doktor, hastasının iyileşmesi için, isteklerinin ve önerilerinin kusursuz yerine getirileceğin­den kuşku duymamalıdır. Doktor, hastasından neler isteyebi­leceğini ve istemek zorunluğunda bulunduğunu çok iyi bilir. Bu yönden, hastaya bakacak kişinin de doktora yardımcı ol­ması gereklidir. Bunun için de doktorla bakıcı arasındaki iliş­kiler iyi ve olumlu olmalıdır. Doktor, hastası üzerindeki genel bilgileri, hastanın bakıcısından öğrenir. Uzun tedavi gerektiren hastalıklarda, hastanın ateşli durumunu gösterecek bir çizelge­nin hazırlanması gerekir. Eğer doktor özel bir muayene ya da pansuman yapacaksa, doktor için gerekli olan hazırlıklar ön­ceden yapılmalıdır. Oda, ışık yönünden zengin olmalı ve temiz­lik yönünden, doktorun ellerini yıkama olanağı sağlanmalıdır.

Hemşire ya da hastabakıcı, Yatalak Hasta bakımı

Hemşire ya da hastabakıcılar, öğrenim yapmış ve bu konular­da sınav vermiş kişilerdir. Doktorlar gibi hemşireler ya da has­tabakıcılar da meslek sırrını saklamak zorundadırlar. Meslek edinilmiş bakıcılık, yüksek ahlak, ruhsal, vücutsal dikkat ve özen gerektirir. Hemşire ya da hastabakıcılar, aile bireylerin­den ayrımlı olarak, kendilerine tamamen yabancı olan hasta­lara ölçüsüz şefkat göstermeli ve hastaları için fedakâr olma­lıdırlar. Bıkmadan, yorulmadan hastalara bakmak, onların is­teklerini, dileklerini yerine getirmek ve onlara her yönden yar­dımcı olmak, onları rahatlatmak yükümlüğündedirler. Hasta­ların güvenini kazanarak onların en güç dönemlerinde sakinle­şip rahatlamalarını sağlayabilmelidirler.
Bakım, önlemlerin zamanında alınması, doktorun istek­lerinin kusursuz ve eksiksiz yerine getirilmesi, hastaların dü­zenli kontrolları hemşire ya da hastabakıcıların görevleri ara­sındadır. Hastaların bu konularda çok daha titiz olabilecekle­rini göz önüne alarak, hemşire ya da hastabakıcıların giyim ve kuşamlarına, temizliklerine önem vermeleri gereklidir. Başla­dıkları işi ara vermeden bitirmeleri, sakin olmaları ve yüksek sesle konuşmamaları aranan niteliklerdendir.
Bakım, hastayı rahatsız etmemelidir. Özellikle, yaşlı has­taların bakımında, onlara acı vermekten kaçınmalı ve onları rahat ettirmek için özel bir çaba harcanmalıdır. Her şeyden önce hastanın morali yüksek tutulmalı ve hastanın verdiği ya­şam çabasında ona yardımcı olunmalıdır.
Hemşire ya da hastabakıcıların çoğunluğu hastane ve res­mi kuruluşlarda görevlidir; ama özel olarak çalışanlar da bu­lunabilmektedir.
Devamını Oku »

Hasta Bakimi Evde Yasli Bakim Bilgileri



Evde Hasta bakım için genel bilgiler, Evde Hasta Bakımı
Hastane kavramının yerleşmesinden ve hastanelerin kurul­masından çok önce hastalar kendi evlerinde tedavi edilirdi. Es­ki dönemlerde hastane, yalnız askeri örgütlere ve kuruluşlara özgüydü. Ancak ortaçağların başlarında hastane kavramı yer­leşti ve hastaneler yaygınlaşıp çoğalmaya başladı.
Moral çöküklüğü içinde bulunan ve terkedilmiş olduğu gi­bi yanlış bir kanıya kapılan hasta, hastanede tedavi edilmek ister, ama her hastalık bir hastane tedavisini gerektirmez. Gü­nümüzde hastanelerin yetersiz oluşu nedeniyle, ameliyat ya da özel bakımı gerektiren ve hastane tedavisini zorunlu kılan va­kalar dışında, bir hastanın bakımı evde yapılabilir.
Eğer evde hastaya bakabilecek bireyler varsa, hastalığın niteliği veya ağırlığı bir hastane tedavisini gerektirmiyorsa, hastanın evde tedavi edilip bakılmaması için ortada hiçbir ne­den yoktur. Hatta, gerekli araç ve gereç sağlanabildiği takdir­de, sağlıklı bir kadın rahatlıkla evinde doğum bile yapabilir. Aynı sözleri, ölüm yatağında olan bir hasta için de söyleyebi­liriz, çünkü ölüm halinde olan bir hasta son soluğunu sevdiği kişilerin arasında vermek ister.
Devamını Oku »

Canlilarin Beslenmesi Hakkinda

Canlılarda Beslenme

Canlıların Beslenmesi Genel olarak incelendiğinde hayvanların ve bitkilerin benzer besleyici madde ve elementlere gereksinimi vardır. Bitkiler topraktan su ve mineral maddeleri, havadan ise karbondioksit alırlar. Bunları güneşten elde ettikleri enerjiyi kullanarak kompleks moleküller haline getirirler. Hayvanlar ise bit­kileri veya birbirlerini yiyerek, hem enerjilerini hem de vücutlarına gerekli maddeleri bu gıdalardan temin ederler. Hayvanların bitkilere göre avantajı ise beslenmelerinde temel bileşikler olan aminoasitleri, yağ asitleri, basit şe­kerleri, diğer bitki ve canlıları yiyerek elde edebilmeleridir. Bitkiler bu mad­deleri direkt olarak elde edemezler, önce basit nişastayı sentezlemeleri gere­kir. Öte yandan hayvanlardaki proteinler birbirinin aynı değildir. Örneğin, bir geyikteki protein maddesi ile kurttaki birbirinden farklıdır. Bununla bir­likte hayvanlar, bitkilerden farklı olarak hayatta kalmalarını sağlayan bazı önemli aminoasit ve birçok vitamini kendileri sentezleyemezler ve bunları mutlaka diğer canlılardan özellikle de bitkilerden elde etmek zorundadırlar.
Devamını Oku »

Canlıların Özellikleri

Canlıların Özellikleri Nelerdir

Çok eski çağlardan beri canlılar ile cansızlar arasındaki farklarla ilgili olarak yorumlar yapılmıştır. Bilim dallarının henüz gelişmediği o yıllarda bu düşünceler felsefi tartışmalardan ileri gidemiyordu. Ancak canlılar hakkında bilgilerimiz arttıkça bu konuda birçok kanıt elde edilmiştir. Çevremizdeki varlıkları araştırmacı bir gözle incelersek canlı ve cansızları belli başlı şu özellikleri ile birbirinden ayırt edebiliriz.

1. Canlıların en önemli ortak özelliklerinden biri temel yapı birimleri­nin hücre olmasıdır. Hücreler bir mikroskop altında, hatta bazen büyüteç ve nadir de olsa çıplak gözle gözlenebilen yapılardır. Örneğin tavuk ve balık yumurtaları gözle görebildiğimiz hücrelerdir. Cansızların ise belirgin bir hüc­re yapıları yoktur. Bazen kristal yapıda görülebilirler.
2. Canlıların beslenme gereksinimleri vardır. Bütün canlılar dışarıdan aldıkları bir takım maddeleri kendi canlı maddeleri içerisine katabilirler. Bu olaya asimilasyon (özümleme) denir. Diğer taraftan da canlılar kendilerin­deki maddelerin bir kısmını parçalayarak yaşamları için gerekli olan enerji­nin açığa çıkmasını sağlarlar. Bu olaya da disimilasyon (katabolizma = madde yıkımı) denir. Cansız cisimlerin besin gereksinimleri yoktur. Bu ne­denle cansızlar metabolik faaliyetleri gösteremezler. Canlılar metabolik olaylar sonucu, büyümeleri için gereken yapı maddelerini oluşturur ve enerji açığa çıkarırlar. Bütün canlılarda metabolik olaylar görülür.
3. Canlılar uyarılabilir ve uyarana yanıt verebilirler. Yani çevrelerin­deki fiziksel ve kimyasal uyaranlara tepki gösterirler. Cansızlar ise, uyaran­lara karşı belli bir tepki göstermezler.
4. Canlılarda dış ortam farklı olmasına rağmen, iç ortam sabit tutulur. Buna homeostazi denir. Cansızlarda böyle bir durum yoktur.
5. Canlılar üreme özelliğine sahiptirler. Kendilerinin benzeri olan or­ganizmaları meydana getirirler. Cansızlarda ise üreme gibi faaliyetler görülmez.
6. Canlılar bulundukları ortama uyum (adaptasyon) yeteneğine sahip­tirler. Cansızlarda adaptasyon görülmez.
7. Canlılar hareket yeteneğine sahiptir. Bütün canlılar hareket ederler ya da durum değiştirirler. Bu hareket içten gelen bir enerji ve yönetim ile yer değiştirme şeklinde yapılır. Cansızlar ise herhangi bir kuvvet uygulanmadık­ça hareket edemezler. Yani yer değiştiremezler.
8. Canlılar doğma, büyüme, gelişme ve ölüm gibi niteliklere sahiptir. Cansızlar da ise yaşam belirtisi olmadığı gibi bu özelliklerin hiçbiri görülmez.
9. Canlıların büyük bir çoğunluğu belli bir organizasyon gösterir (sindirim, dolaşım,boşaltım sistemleri gibi). Cansızlar da ise böyle bir organizas­yon söz konusu değildir.
Devamını Oku »

Canlilar Bilimi Nedir

Canlılar Bilimi ve Canlı Bilimi

Dünya üzerinde gelişen uygarlıklarda üretilmiş olan bilgi ve teknoloji­ler M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllarda gelişmeye başlayan eski Yunan uygarlığında bütünleşmiş, üretilen yeni bilgi ve teknolojiler de bunlara katılarak insanlık hizmetine sunulmuştur. M.S. 3. yüzyıla kadar geçen zaman içerisinde biyo­loji, fizik, kimya, astronomi ve tıp, matematik hariç hep felsefenin çerçevesi içerisinde kalmıştır. Bu yüzyılda bilim alanlarıyla uğraşan filozoflar hem fel­sefeci, hem de bilim adamlarıdır. M.S. 3.yüzyıldan sonra batı dünyasında bilimsel gelişmeler çok yavaşlamış ancak 15.yüzyıldan sonra rönesansın et­kisiyle bilimde canlanmalar görülmüştür. 16. yüzyıldan itibaren önce fizikte sonra fen bilimlerinde büyük gelişmeler olmuştur. 18.yüzyılda tıp ve sağlık bilimleriyle fen bilimlerinde büyük gelişmeler yaşanmıştır. Bugün bilim dal­ları felsefeden tamamen ayrılmış, fen bilimleri, sosyal ve beşeri bilimler ile tıp ve sağlık bilimleri olmak üzere 3 grupta toplanmıştır. Fen bilimlerinden biri olan Biyoloji canlı varlıkları inceleyen bir bilim dalıdır. Biyoloji terimini 1801 yılında Lamarck ve Treviranus birbirlerinden habersiz kullanmışlardır. Biyoloji terimi, eski Yunanca'da bios (hayat) ve logos (bilim) sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşmuştur. Bugünkü bulgularımıza göre biyoloji, canlıla­rın yapılarını, işleyişlerini, türleriyle ve çevre ile ilişkilerini inceleyen bir bi­limdir.
Devamını Oku »

Romatizma Doktor Teshisi

Romatizmada Doktor teşhisi, Romatizma Teşhisi

Eklem iltihabı belirtisi olan herkes hemen bir dok­tora görünmelidir. Doktor, hastasının belirtileri hakkında ona sorular sorarak, eklemleri ve vücudun kalp ve akciğerler gibi organlarını ayrıntılı bir biçimde in­celer ve hastalığa teşhis koyar. Teşhisi kesinleştir­mek için kan testlerine ve eklemlerin röntgen filmi­ne ihtiyaç duyulacaktır. Belirtilerin özelliklerine gö­re, bazen daha başka özel testlere de gerek duyula­bilir. Hastaların çoğu anemiktir (kan yetersizliği) ve yaklaşık yüzde 75'i kanlarında, çok değerli bir ipucu olan özel bir faktör —romatizmal faktör— taşır. Baş­ka bir test, ince, uzun ve dik bir tüpe yerleştirildiğin­de kanın hangi oranda çöktüğünü ifade eden "kan sedimantasyon oranı"dır. Testin tamamlanma süre­si olan bir saatin içinde, daha aktif olan arteritlerde tüpe daha fazla kan damlayacaktır. Röntgen filmleri minicik, her şeyi açığa vuran "çöküntüler", yani ilti­hap kapmış albüminli zarın zedelediği eklemlerdeki harap bölgeleri gösterebilir. Bazen doktor, şişmiş eklem bölgesine bir iğne batırarak elde ettiği sıvıyı, in­celenmek üzere laboratuvara göndermek isteyebilir.
Devamını Oku »

Romatizmal Arterit Artrit Hastaligi İltihap

Romatizmal Arterit, Romatizma Hastalığı

Romatizmal arterit, tipik bir biçimde kollar ve ba­caklar gibi vücudun iki yanındaki eklemleri birlikte etkiler ve zaman zaman gelip giden belirtilerle orta­ya çıkar.

Dünyanın değişik yerlerinde yapılan araştırmala­ra göre, romatizmal arterit, arteritlerin en yaygın türlerinden biridir ve yaklaşık olarak insanların yüzde 2-3'ünde görülür. Ancak bu hastalığa ilkel topluluklarda pek rastlanmaz. Bilinmeyen nedenlerle, kadın­ların bu tür arterite yakalanma olasılıkları erkeklerden üç kat fazladır. Hastalık, bebeklerden yaşlılara kadar her yaşta gelişebilirse de, en yaygın olarak 25-55 yaşları arasında olanlarda görülür.

İltihap ve Arterit, İltihaplı Romatizma

Arteritin karakteristik göstergesi, eklem dokula­rının bazı türden yaralanma ve zedelenmelere karşı bir reaksiyonu olan "iltihap"tır. Bu tür reaksiyonun yol açtığı sonuçlar eski zamanlarda bile biliniyordu. Milattan sonra birinci yüzyılda yaşayan Romalı fizik­çi Celsus, iltihabın belli başlı dört işaretini şöyle sıralıyordu: Yanma, acı, kızarıklık ve şişme (Latince ad­larıyla, calor, dolor, rubar ve tumor). Bunlara beşinci bir işaret olarak zaman zaman işlev kaybı (funcito laesa) da eklen ir. Bu tanım, genel olarak iltihabın ne ol­duğunu ifade etmek için yapılmış olsa da, bugün ek­lem iltihapları için hâlâ geçerliliğini korumakta ve ar­terite maruz kalmış hastaların yakından tanıdığı be­lirtileri oldukça doğru bir biçimde yansıtmaktadır. Bu belirtilere, vücut ısısında hafif bir yükselme, baş ağ­rısı, iştah kaybı ve genel bir halsizlik hissi de ekle­nebilir.

Bu belirtilere karşı vücudun gösterdiği değişik­liklerin oldukça karmaşık olduğunu bugün artık bili­yoruz. En basitinden, vücudun, etkiye maruz kalmış ekleme daha fazla kan göndermesi sonucunda albü­minli zarda bulunan kan damarları genişler. Daha son­ra, kan damarı çeperleri, kanı oluşturan maddelerden ikisi olan protein ve kan sıvısını çevredeki dokuların içine sızdırır. Başka bir karakteristik değişme, akyuvarların (lökositlerin) bu kan damarlarının dışına çık­masıdır. Kan damarlarının böylece şişmesi ve iltihaplı dokulardaki sıvı toplanması, ilk kez Celsus tarafın­dan gözlenen kızarıklık, yanma ve şişmenin nedeni­ni açıklar. Acı hissi, eklem içindeki sinir ucunun uyarılmasından gelir; ancak, bunun nasıl oluştuğu tam olarak bilinmemektedir. İltihabı ilk başlatan şeyin ne olduğunu bulmak için arterit konusunda çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bu araştırmalar, vücutta doğal olarak bulunan birçok kimyasal maddenin iltihaba yol açtığını ortaya çıkarmıştır.

Eklemdeki yaralanma ya da zedelenme geçiciyse, ya da şiddetli değilse, akut iltihap (ya da albüminli zar iltihabı) geriler ve vücudun onarma faaliyeti başlar. Kan damarları normal ölçülerine döner, normal kan dolaşımı kurulur, akyuvarlar ölür ya da yeniden kan damarlarının içine girer, dokudaki sıvı, dolaşım içine çekilir ve yaralı hücrelerin yerine yenileri yer­leştirilir. Öte yandan, iltihaba yol açan nedenler var­lığını sürdürüyorsa, arterit de sürer ya da bir başka deyişle müzminleşir. Yukarıda tanımlanan belirtiler ve işaretler arteritin bu türünde daha az şiddetliyseler de, gene de rahatsız edicidirler. İyileşme kısmidir ve "zaman zaman" alevlenen iltihapla yan yana görülür. Bu müzmin iltihabın ana özelliği, eklemi as­tarlayan zarın, küçüklü büyüklü değişik tipte hücre­ler tarafından süzülmesidir. Vücut, dışardan giren maddeleri ihraç etmede başarısızlığa uğrar ve göre­vini biraz şaşırır. Bu arada bazı hücreler iltihap üret­meye başlar.

Son zamanlarda yapılan araştırmalar, bu hücre­lerden bazılarının eklemlerdeki zedelenmelerle ilgi­si konusuna ışık tutmuşlardır. Vücut, normal olarak "kendinden olan"la "yabancı olan"ı ayırt edebilir. Bu­na, vücudun "bağışıklık sistemi" denir. Bazı durum­larda bu sistem bozulur ve vücudun savunma hücreleri vücuda karşı antikor (hastalık-yapıcı "yabancı öğeleri yok etmek için vücut tarafından geliştirilen maddeler) üretmeye başlar. Bunlar bazen doku zede­lenmesine yol açacak kadar çoğalırlar. Kötü bir kısır döngü başlamıştır artık: İltihabın yol açtığı eklem ze­delenmesi vücudun antikor üretmesine neden olur, bu antikorlar daha fazla iltihap üretir ve daha çok za­rara yol açar.

Eklemlerdeki değişiklikler


Eklemlerdeki değişiklikler, kalınlaşarak katlanan albüminli zarın iltihaplanmasından ibarettir. Zar için­de sayıları sürekli artan hücreler, değişik türlerdeki alyuvarlar ve zarın her zamankinden daha fazla kan­la dolması bu iltihaplanmaya yol açan başlıca öğe­lerdir. Bunlar, dokunun "öfkelenmesine" yol açar; mafsal kıkırdağına sıçrar ve eklem sıvısındaki enzim­lerle (hücreler tarafından üretilen kimyasal maddelerle) birlikte kıkırdağı kemirerek aşağıdaki kemiğe doğru yönelir. Bu değişiklikler, eklemi deforme edip yerinden oynatarak zedelenmesine yol açar. Bol mik­tarda protein ve çok sayıda hücre ihtiva eden gere­ğinden fazla sıvı, eklem içine yerleşir. Seyrek olarak, çok şiddetli durumlarda kıkırdak kötü biçimde tah­rip olabilir ve kemik ucu yaralı dokuyla birleşebilir.
Devamını Oku »